10 Kasım 2018 Cumartesi

Drina Köprüsü Romanında Demografik-Sosyal Yapı ve Tarihsel Gelişmelerin Yansıması


    İvo Andriç, orijinal adı “Na Drini Cuprija” olan Drina Köprüsü romanını Belgrad’da 1941 Temmuz-1943 Aralık arasında yazmış ve 1945 yılında yayımlamıştır. Yazar bu romanın da büyük katkısıyla 1961 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır.  Drina Köprüsü romanı, Drina Irmağı k ıyısındaki Vişegrad adlı bir kasaba ve o kasabada yapılan bir köprü etrafında gelişen, birbiriyle doğrudan veya dolaylı bağlantıları bulunan birtakım olayları anlatır. Kıyısındaki kasabanın ve üzerindeki bir köprünün anlatıldığı Drina, Tara ve Priva akarsularının birleşmesiyle meydana gelen, 346 km uzunluğunda ve Sava Irmağı ile birleşen bir ırmaktır. Kaynaklarda, sularının MartNisan ve Kasım aylarında arttığı ve Yugoslavya’daki bütün ırmak sistemlerinden daha fazla hidroelektrik potansiyeline sahip olduğu belirtilmektedir. Yazar, romanın ilk bölümünde bu ırmağı, Vişegrad kasabasını ve Drina Köprüsü’nü, adetâ, bir kitleye herhangi bir yerin tarihini, sosyal değişimini ve fiziksel özelliklerini anlatan bir turist rehberi edasıyla, genel bir şekilde okuyucuya tanıtır. İlk sayfa da bu nehrin ve Vişegrad kasabasının tasviriyle başlar:

    “Drina daha çok, sarp dağlar arasındaki dar boğazlarda ya da derin uçurumlar içinde akar. Ancak birkaç yerinde kıyıları geniş vadiler halinde açılır; her iki kıyısında da insanların yaşamasına ve tarıma elverişli, bazen düz bazen dalgalı ama bereketli ovalar oluşturur.
Bu ovalardan biri de burada, tam Drina’nın Butko kayalarıyla Uzanviçka dalarının arasındaki dar boazdan ani bir dirsek yaparak ortaya çıktıı noktada Viegrad’da balar.”(Andriç, 1975, 17) Ardından yazar Drina Köprüsü’nü, onun özelliklerini ve yapımıyla etrafında oluşan inançları anlatır. Kasabada Rzav adlı bir ırmak daha vardır ve “kasabanın sonunda Drina’ya dökülür. Bu Rzav Irmağı’nın üzerinde de tahtadan bir köprü vardır, ancak kasaba halkı “köprü üstünde” deyince Drina üzerindeki taş köprüyü düşünür. Bu 250 adım uzunluğunda ve 10 adım genişliğindeki “köprünün tam orta yerinde birbirine eşit iki teras biçiminde genişler. Bu teraslar ortadan geçen araba yolun iki katı genişliğindedir. İşte köprünün bu bölümüne “Kapiya” derler.” [Bu kelimenin Türkçe ‘kapı’ kelimesinden gelmesi muhtemeldir.] Drina köprüsünü çevredeki köylerden biri olan Sokoloviç köyünde doğan Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa yaptırmış, “Köprüyü Mimar Rade yapmıştır.” Köprüyle ilgili birtakım anlatılar da bu arada zikredilir.  Yazar köprüyü Mimar Rade’nin yaptığını söylemektedir, ancak gerçekte Drina Köprüsü’nün mimarı, Mimar Sinan’dır. Bunun dışında Drina Köprüsü’yle ilgili diğer veriler doğrudur. Romanda önemli bir yeri olan ‘Kapiya’ İslam Ansiklopedisi’nin Drina Köprüsü maddesinde şu şekilde tanıtılır: “Kitabe Köşkünün tam karşısında yine kademeli bir çıkma üzerinde bir dinlenme sofası yar alır. Taş sedirli bu dinlenme sofası, eski fotoğraflardan anlaşıldığına göre 1949-1952 restorasyonunda ihya edilmiştir.” (TDVİA 1994).  İlk bölümün betimsel anlatımı ikinci bölümden itibaren terk edilmeye başlanır. Yıllardan 1516 yılı, aylardan Kasım’dır. Bosna’nın doğu köylerinden belli sayıdaki Hristiyan çocuklarını toplayan kervan, onları “parlak ve korkunç İstanbul’a götürmek üzere” Drina kenarındaki bu kasabada konaklar. Çocukları götürülen anneler kıyıya kadar kervanı takip eder ve çocuklarına son kez olsun seslenirler ve arkalarından ağlarlar. Bu durum, kervanın salla karşı kıyıya geçişine kadar sürer. Bu kervanla birlikte gidenlerden biri de Sokoloviç Köyü’nden 10 yaşındaki bir esmer çocuktur.

    Yıllar sonra o esmer çocuk sadrazamlığa kadar yükselir ve ihtiyarlayınca, oradan ayrılmasının verdiği, “hayatının ona getirdiği çeşitli acı ve mutsuzluklardan bambaşka bir şey olan” bir “maddi acıyı” gittikçe daha çok hissetmeye başlar ve “çeşitli acıların toplandığı salı kaldıracak, bu sarp ve ıssız kıyıları, ırmağın kestiği yolları bir köprüyle birleştirecek olursa, belki bu acıdan kurtulabileceğini” (Andriç 1975, 34) düşünür. Vezirin kararını verdiği yılın ilkbaharında arabalar, çeşitli araçlar ve çadırlarla birlikte çok kalabalık bir kafile, başlarında, acımasız, sert, katı yürekli vb sıfatlarla anılan Abid Ağa ve yardımcısı Mimar Tosun Efendi olmak üzere kasabaya gelir. Abid Ağa halka, kasaba meydanında köprü yapımı ile ilgili sert bir konuşma yapar. Ormandan ağaçlar kesilir, kütükler taşınır, kayalar parçalanır ve inşaata başlanmış olur. Sonbahar gelince Abid Ağa kasabanın ileri gelenlerini tembihleyip gider ve ertesi yılın ilkbaharında yanında yine Tosun Efendi’yle görünür. Dalmaçyalı taş işçileri de gelmiştir. Abid Ağa bu arada halkın işgücü ve hayvanlarından da yararlanır. İşçilere ve halka iyi davranmamaktadır. Üçüncü yılın sonbaharında Abid Ağa inşaatın uzamasından, işçilerin gerektiği gibi çalışmamasından şikâyetçidir. Köprü inşaatında çalışmaktan memnun olmayan Hrıstiyan köylüleri de geceleri bir yerel bir müzik aleti olan “gusla” çalan bir Karadağlı’nın etrafında toplanır. Çevre köylerin birinden gelmiş olan Radisav, etrafındakilere, köprünün Hrıstiyanların yararına olmadığını, inşaatı sabote etmelerinin gerektiğini anlatır ve oldukça da etkili olur. Geceleri gizli gizli inşaata gidip, ona zarar vermeye başlarlar. Bir yandan da inşaata zararı “su perisi”nin verdiğini yayarlar halk arasına. Yine onların çıkarttığı söylentiye göre, Abid Ağa köprünün temeline Stoya ve Ostaya adlı ikiz kardeşi öldürmeyecek olursa, periler inşaata zarar vermeyi sürdüreceklerdir. Gerçekte bu söylentiye inanmayan Abid Ağa, seymenlere onları arama emrini verir Bu sırada hamile, kekeme ve aptal bir kız, ikiz çocuk doğurur. İki çocuk da ölür, onları gömerler, kendisi ise doğumdan üç gün sonra uyanır ve ortada dolaşan ikiz çocuk söylentisine uyarak çocuklarını aramaya inşaata gelir. David Norris eserde yer alan bunun gibi efsanelerle ilgili olarak şöyle düşünmektedir: “Anlatıcı, Vişegrad’da geçen başarılı çocukluk döneminin sayesinde orada söylenen efsaneleri anlatır, örnek olarak, köprüde iki çocuğun hapsedilmesi hikâyesi. Bu hapsetme işi, köprü inşaatı üzerinde gündüzün yapılan çalışmayı geceleyin harabeden ruhu teskin etmek için ona çocukları kurban etmedir. Kasabalılar köprülerinin yegâne olduğunu söyler ve yüz yıllardır anlatıla gelen efsane, kasabalıları köprüye bağlar ve onların toplumunun ayırıcı özelliğini vurgular.

    Anlatının sürekli tekrarlanması toplumsal kimlik duygusuna katkıda bulunur; ancak toplum, anlatıcının ifade ettiği tarihsel ayrıntıları korumaya ilgisizdir.” (http://www.ivoandric.org.yu/html/body_critics_on_andric_html).  “Su perisi” söylentisinden canı sıkılan Abid Ağa, söylentilerin artmasından rahatsızdır. Bu söylentilerden biri de periler nedeniyle köprüden vazgeçileceğidir. Bu söylentiler ve inşaatın yeterince ilerlememesi nedeniyle İslamiyeti kabulleri birkaç on yılı aşmayan yeni Müslümanlar da, başarısızlık olarak algılanan bu durum karşısında bir tereddüt içindedirler. Abid Ağa, Seymenbaşı Plevlieli’yi çağırır ve üç gün içinde köprüyü sabote edeni veya edenleri yakalamasını, aksi takdirde kendisini kazığa geçireceğini söyler. Bunun üzerine önlemler arttırılır. İkinci günün gecesinde inşaatı sabote eden iki kişiden biri yakalanır, öteki kaçmayı başarır. Bu Radisav’dır. Radisav’ı gece boyunca konuşturmaya çalışırlar. Ertesi gün, pazar günü öğle üstü Radisav, inşaattaki bir barakada, halkın seyredebileceği bir yerde, Çingene Mercan tarafından kazığa geçirilir. Bu infaz, halkı, özellikle Sırpları çok olumsuz bir şekilde etkiler. Radisav’ın can verişi ertesi güne sarkar. Abid Ağa, Radisav’ın ölüsünün köpeklere atılmasını emreder Mercan’a. Ancak bazı Hrıstıyanlar buna razı olmazlar ve Çingene Mercan’la sıkı bir pazarlığa girişirler ve anlaşırlar. Akşam üzeri köpekleri kovarlar ve onu gizli bir yerde gömerler. Radisav’ın infazından sonra Plevlieli garip davranışlar sergilemeye başlar. Romanda bu durum şöyle anlatılır: “O gün kendini kazıkta değil de hayatta bulmanın sevinci içinde, herkesin önünde oynamaya başlamasından beri sakinleşememişti. Bütün adaleleri titriyor, yerinde duramıyor, sapasağlam ve davranışlarında serbest olduğunu herkese göstermek için dayanılmaz bir ihtiyaç duyuyordu. Aklına Abid Ağa gelince de (neşesini kaçıran biricik gölge buydu) hazin bir düşünceye dalıyordu. Ama biraz sonra kendinde yeni bir güç hissediyor, parmaklarını şaklatıyor, bel kırıyor, oynuyor, her an yeni yeni hareketlerle kazığa geçirilmediğini kanıtlamak istiyordu. Dansının temposuna uyarak nefes nefese söyleniyordu. ‘Bakın!.... Bakın... Böyle de yapabilirim... Şöyle de yapabilirim.” (Andriç 1975, 72)  İvo Andriç’in “Aska ile Kurt” adlı öyküsünde Plevlieli’nin sahnesine benzeyen bir sahne vardır. Bu öyküde kahramanlar hayvan olmakla birlikte diğer bütün argümanlar insanların dünyasından alınmadır ve mesajı da “sanat ve isteğin her türlü kötülüğü, hatta ölümü yendiği”dir. Bale okuluna giden bir kuzu olan Aska birgün çiftliklerinden çok fazla uzaklaşır ve içi sisli ormanda kaybolur. Bir süre sonra karşısında bir kurt görür ve içine korku dolar, kurt kendinden emin, avının karşısındadır. Zamanının tükenmekte olduğunu bilen Aska ölüm korkusuyla oynamaya başlar.

    Avının kaçamayacağını ve onu er geç  yiyeceğini düşünen Kurt, onu seyreder, Aska da hareket üstüne hareket yapar, öykünün sonunda çobanlar gelip Aska’yı kurtarır, Kurt’u öldürürler. Yukarıya ve aşağıya alıntıladığımız ifadeler, ölüm korkusundan kaynaklanan bir oynama eylemini anlatmaları bakımından bir ortaklık taşır. Aşağıya Aska’nın dans sahnesinden bir bölüm alıyoruz: “Düşten uyanıyormuş gibi küçük bir hareket yaptı k ızcağız, henüz oyuna benzemeyen ‘stangıl’ talimlerinde geçen ilk oyun hareketiydi bu. Ondan sonra hemen bir ikincisini üçüncüsünü yaptı. Ölüme mahkum edilen bir vücuttan çıkan ağır vücut eğilmeleriydi bunlar, nedir ki, kısa bir süre de olsa kurdu şaşırttı, onu bir an kötü niyetinden alıkoydu. Aska sonra açıldı korkunç bir duyguyla oyuna devam etti, durmamaya karar verdi, durursa, mola vereceği en küçük bir saniyede ölümün gelebileceğine inanıyordu. Adımlarını okulda öğrendiği gibi atıyor, öğretmenin ‘bir - iki, bir - iki, bir -iki’ diyen gür sesini duyar gibi oluyordu.” (Zekeriya, 1975, 10-20). Abid Ağa, garip davranışları nedeniyle adı deliye çıkan Plevlieli’yi memleketine (Plevlie’ye) götürüp, evine bağlamalarını emreder. Kış gelince de Abid Ağa ve maiyeti Vişegrad’ı terk ederler. İlkbaharda Abid Ağa gelmez. Birileri vezire (Sokollu’ya), Abid Ağa’nın işçilere para vermediğini ve bu paraları cebine attığını, Hrıstiyanlara olduğu kadar Müslümanlara da zulmettiğini ve diğer başka kötü uygulamalarını anlatmıştır. Abid Ağa’nın yerine gelen Arif Bey halka selefinden daha iyi davranır. Ancak işlerin gereken şekilde yapılmasını da ister. Köprünün yanı s ıra Meydan’a çıkan yokuşun başında bir kervansarayın yapımına başlanır. Burada yazar, yakınlardaki bir manastırın başpapazının kutsal kitabına yazdığı notla, Hıristiyanların köprüye bakışını aktarır: “Mehmet Paşa’nın Vişegrad’da, Drina üstüne köprü kurduğu çağ bilinsin. Ağalar ve üzerlerine yüklenen angaryalar yüzünden halk büyük bir korku içindeydi. Deniz tarafından zanaatkârlar getirdiler. Üç yıl inşaatla uğraştılar. Boşuna çok para harcadılar. Suyu ikiye, üçe böldüler, yine de köprüyü kuramadılar.” (Andriç 1975, 77)  İnşaatın üçüncü yılının sonuna doğru bir felâket olur. Büyük bir taş bloku taşınırken sorun çıkar, sorunu çözmeye giden Antoine Usta’nın yardımcısı Arap’ın vücudunun bir kısmı birden düşen bu taşın altında kalır ve Arap ölür. Müslüman ahali Arap için uzun zaman unutulmayan bir cenaze töreni yapar. Beşinci yılda köprünün silüeti belirmeye başlar. Hem köprü, hem kervansaray halkın dikkatini çekmeye başlar. Sonunda köprü bitirilir. Halk daha önce onun için söylemiş olduğu kötü sözlerden utanır. Artık herkes sevinçli ve memnuniyet içindedir. İçlerinde bir tek Ahmet Şeta adlı bir erzak tüccarı onlardan farklı düşünür. 

     Ona göre Abid Ağa’nın titizliği ve sert uygulamaları olmasaydı köprü inşaatı ilerleyemezdi.  O yılın Ekim ayında köprünün açılmasının şerefine bir tören düzenlenir. Şenlikler olur, yenilir içilir. Halk bu sevinç içinde garip davranışlar yapar. Bir çingene çocuğu fazla helva yemesinden dolayı ölür, başka bir çocuk köprünün duvarları üstünde yürümeyi dener. Köprünün Kapiya denilen orta kısmına üstü Türkçe yazılı bir mermer yerleştirilir. Taşın üzerindeki manzum satırların Bâki tarafından yazıldığı söylenir. Hatta Bâki’yle ilgili satırlar da vardır romanda (Ancak kaynaklar bunu doğrulamamaktadır). Köprünün yapılma tarihi 1571 olarak gösterilir. Bir süre sonra Sokollu Mehmet Paşa’nın ölüm haberi gelir ve köprünün yapılmasının heyecanı zamanla kaybolur. Aradan bir yüzyıl geçer, bu sâkin geçen bir yüzyıldır. Macaristan’daki varlıklarını kaybeden insanlar Bosna’ya gelir, Kervansaray’ın gelirini sağlayan vakıflar da imparatorluğun sınırlarının dışında kalır. Davut Hoca Mütevelli denen kişi git gide güzelliğini ve albenisini kaybeden Kervansaray’ın bakımını ölümüne değin üstlenir. Zamanla tüccarlar da orada kalmak yerine (orada kalmak için vezire bir fatiha okumak yeterlidir), para vererek Ustamuyiç’in hanında kalmaya başlarlar. Drina, ilkbahar ve sonbaharda taşar. Bundan başka 30 yılda bir büyük su baskınları olur. Bu büyük su baskınlarının, yıllar sonra bile halkın hayatındaki büyük etkileri devam eder. Bunlar birer milâd gibidir, bir olayın tarihini anlatırken ‘su baskınından şu kadar sene önce, sonra’ gibi ifadeler kullanır, kaybettiklerini yerine koymak için uzun müddet çalışırlardı. İşte 18. yüz yılın sonlarında böyle bir sel felaketi olur. Suliağa Osmanoviç, gece kişneyen atını susturmak için, seyislerle ırmağın kenarına gider. Suyun yükseldiğini ve köprünün kollarının çamurla tıkandığını anlarlar. Böylece kasabalı uyanır. Müslümanlar Müslümanların evlerine, Hrıstiyanlar ve Yahudiler Hrıstiyanların evlerine yerleştirilir. Afet farklı dinden olan kişileri biraraya getirir. Suliağa Osmanoviç, Petr Boğdanoviç, Rahip Mihaylo, Mordo Popo, Molla İsmet, Hacı Liaço gibi kasabanın ileri gelen kişileri bir yerde toplanır. Birbirlerine daha önce kasabada olmuş garip olayları anlatırlar. Bu sırada Kosta Banats denilen tüccar ıslanmış ve çamur içinde olduğu halde oraya gelir. Bu kişi gereğinden fazla bir miktarı sermaye olarak kullanmış ve sel yüzünden de hepsini yitirmiştir; takip eden kışı ç ıkaramaz ve kederinden ölür. 19. yüzyılın başında, 1804’te Sırbistan’da Kara Corc denilen kişinin önderliğinde bir ayaklanma olur. Ayaklanmacılar Vişegrad yakınına kadar gelir ve yaktıkları ateş uzaktan görünür. Hrıstiyanlar farklı, Müslümanlar farklı bir şekilde bakar bu ateşe.

    Çünkü her ikisi için de değişik anlamlar ifade eder bu ateş. Kasabaya güvenliği sağlamak üzere bir birlik gönderilir ve Kapiya’da tahtadan bir karakol kurulur, askerler nöbet tutar. Çayniçeli Yelisey denen bir papaz her zaman rahatça geçebildiği köprüden geçemez. Yelisey, Sırpların bağımsız olacağını iddia eden bir papazdır. Mile denilen genç bir Sırp da Kara Corc’dan söz eden bir şarkı söylerken Müslümanlarca yakalanır ve ikisi de kazığa geçirilir. Bundan sonraki günlerde şüphelilerin sorguya çekilmesi sürer ve çok azı sağ kalır. Cellatlık işini Hayrettin adlı er yapar ve kısa sürede ünü çevreye yayılır. Köprüde kazığa geçirilenlerin arasına Rahip Mihaylo da girer. Sırbistan isyanı bir süre sonra bastırılır. Kapiya’nın üstüne kurulan tahta karakol da unutulan bir ateş yüzünden kül olur. Kapiya’ya bir kahveci yerleşir ve gerek kasabadaki gerekse Kapiya’daki sosyal hayat normale döner. Yıllar sonra, Veletovlu bir Müslüman birgün Kapiya’da görünür. Orada oturan Müslüman eşrafına Veletov’da olanları büyük bir heyecanla anlatır. Miloş adlı S ırp’ın önderliğinde bir Sırbistan kurulması için padişahla Rus çarının anlaştıklarını ve Miloş’un çetesinden adamların sınır tespiti için geldiklerini söyler. Müslümanlar bu sözlerden huzursuz olur, bir süre sonra köprüden, Saraybosna’ya giden, göçmen Müslüman kafileleri geçer. Kafiledekiler, buradaki Müslümanlara yaşadıkları dehşeti anlatır ve onları uyarırlar: “Burada oturup gülüp eğleniyorsunuz, ama Stanşevats’da neler olduğunun farkında bile değilsiniz. İşte biz Müslüman topraklarına göç ettik.. Ama sizler, sıranız gelince acaba nereye gideceksiniz? Bunu kimse bilmez. Hiçbiriniz de düşünmüyorsunuz.” (Andriç 1975, 120.) Bu sözler, romanın sonlarına doğru karşılığını bulur.  Saraybosna’da 19.yüzyılın ortalarında 25 yıl içerisinde iki kez veba bir kez de kolera salgını olur. Bu dönemlerde tıpkı ayaklanma zamanlarında olduğu gibi Kapiya’da nöbetçi bekler. Saraybosna civarından gelenleri Tekgöz Salko (Salih isminin bozulmuş şeklidir) veya biraz daha toleranslı olan öteki nöbetçi karşılar, genelde geçmelerine izin vermezler. Böylece köprü ve kasaba, çok yakınlarda meydana gelen büyük olaylara yalnızca tanık olmaya bir süre daha devam ederler.  Drina Köprüsü yalnızca doğal afetlere ya da siyasî, askerî gelişmelere tanıklık etmemiş, aynı zamanda bireysel trajedilere ve sevinçlere de tanıklık etmiştir. İşte Fato’nun öyküsü ilkine örnektir. Çevredeki köylerden biri olan Velyi Lug’lu Tüccar Avdaga Osmanagiç’in Fato adında şarkılara konu olacak kadar güzel, dillere destan bir kızı vardır. Yine çevredeki köylerden, Nezukalı Tüccar Mustafa Bey Hazmiç’in oğlu Nail bu kızı sevmektedir. Nail’in babası, Avdaga Osmanagiç’in zor durumdaki işlerinde ona yardım eder. 

    Bir süre sonra Osmanagiç, kızını Mustafa Bey Hazmiç’in oğluna verir. Düğün hazırlıklarına başlanır. Ancak Fato bir ikilemdedir. Bir yandan istemediği bir evlilik, bir yandan babasının sözü karşısında ne yapacağını bilemez. Düğünde gelinin Nezuka’ya gidebilmesi için Drina Köprüsü’nü geçmesi gerekir. Köprünün üzerinde atını biraz yavaşlatan Fato bir anda kendini Drina’nın sularına bırakır. Ölüsünü ertesi gün bir balıkçı bulur. Avdaga Osmanagiç, bir daha çarşıya inmez, Mustafa Bey Hazmiç ise ertesi yılın ilkbaharında oğluna başka bir kız alır. Kara Corc ayaklanmasından 70 yıl sonra “1878 yılı yaz başlangıcında Saraybosna’dan Pripoy’a giden Osmanlı birlikleri kasabadan geçti. Padişah’ın hiç karşı koymadan Bosna’yı b ıraktığına artık herkes inanmaya başlamıştı.” (Andriç 1975,.137). Yakınlardaki Plevlie müftüsü yanında birkaç kişiyle birlikte kasabaya gelir. Burada Avusturyalılara karşı bir direnme hareketi hazırlamak için çalışır. Müslümanlara bu yönde çağrı yapar. Gittikten sonra Osman Karamanliya adlı adamını gönderir. Bu işi gerçekleştirmek için çalışmalara girişir. Ancak Mütevelli Ali Hoca denen kişi Karamanliya’dan farklı düşünür, bu durumda yapacak bir şeyin olmadığını söyler. (Okur bir an için bu şekilde düşünen Ali Hoca’nın bir korkak olduğunu düşünebilir, ancak sayfalar ilerledikçe bundan vazgeçer. Üstelik o, daha önce de bahsedilen, kervansarayın bakımını üstlenen Davut Hoca Mütevelli’nin ailesindendir.) Osman Karamanliya Plevlie’ye gider gelir, Kapiya’da Müslümanlarla bu konuyu konuşur, Ali Hoca ile sert bir şekilde tartışırlar. Osmanlı askerleri gelir, burayı savunmak için siperler kazarlar. Ancak Avusturyalılar, yarım saat uzaktadırlar. Karamanliya son bir umut olarak Müslümanları toplamış konuşmaktadır ve Ali Hoca ile bu sırada çok sert ve gerilimli bir tartışma yaparlar. Osman Karamanliya Ali Hoca’yı kulaklarından Kapiya’ya çivileyeceğini söyler, gitmeden önce bunu yaptırır da. Kulağı çivilenmiş halde köprüde acı içinde kıvranan Ali Hoca’yı Avusturyalılar kurtarır. Bu romanın önemli sahnelerinden biridir. Ali Hoca’yı kurtaran askerin kolunda kocaman bir kızıl haç vardır. İşgalciler Kapiya’da köprünün yapımını anlatan Türkçe yazılı taşın olduğu yere, beyaz bir kağıt asmışlardır. İlân hem Türkçe, hem de Sırpça yazılmıştır. Bu ilânda İmparator halka seslenir: “Bosna ve Hersekliler Avusturya İmparatoru, Macaristan Kralı’nın orduları ülkenizin sınırlarını geçti. O, topraklarınızı zorla almak isteyen bir düşman olarak gelmiyor. Yıllardan beri sadece Bosna-Hersek’i değil, AvusturyaMacaristan sınırlarını da tedirgin eden kargaşalığa son vermek için dost olarak geliyor.

    İmparator-Kral sınırlarında huzuru kaçıran bu kargaşalıkların daha fazla sürüp gitmesine, sefalet ve felaketin kapılarına dayanmasına izin veremezdi. Durumunuz üzerine Avrupa devletlerinin dikkatini çekti. Hep birlikte çoktan beri kaybetmiş olduğunuz barış ve sükunu size Avusturya-Macaristan’ın sağlamasına karar verildi. Mutluluğunuzu candan dileyen Padişahınız Sultan sizi güçlü İmparator-Kralın himayesine bırakmayı uygun gördü. İmparator-Kral bu ülkenin bütün evlatlarının aynı kanunlardan yararlanmasını, hepsinin hayatlarının, dinlerinin ve mallarının korunmasını istiyor. Bosna-Hersekliler, büyük bir sevinçle Avusturya-Macaristan’ın şanlı bayrağı altına girin, askerlerimizi dostça karşılayın. Kanunlara boyun eğin, işlerinize dönün, emeğinizin ürünleri korunacaktır.” (Andriç 1975, 148-149). Ali Hoca büyük bir şok içindedir: “Hoca bunları kesik kesik, kelime kelime okuyor, hepsini anlamıyor, ama her sözcüğü ona acı veriyordu. Bu bambaşka bir acıydı. Yaralı kulağının ve başının sızısına benzemiyordu. Ancak ‘imparator’ sözcüğü ona anlattı ki..... artık ailesi ve yakınları mahvolmuştur. Hem de tümüyle mahvolmuşlardı. Yalnız garip bir biçimde... Gözler görüyor, ağızlar konuşuyor, insan yaşamaya devam ediyor, ama hayat, gerçek hayat kalmıyordu. Yabancı bir imparator onlara el koymuş, yabancı bir dinin yönetimi altına girmişlerdi. Bu sözlerden ve bu bildirilerden bu anlaşılıyordu. Hele göğsüne kurşun bir gülle gibi yerleşen bu ağrı, onu daha açık bir biçimde anlatıyordu. Ve bu insanoğlunun duyabileceği acıların en ağırı, en kötüsüydü.” (Andriç 1975, 149). Yazarın Sokollu’nun duyduğunu söylediği maddi acının bir benzerini duymaktadır Ali Hoca. Daha sonra kalkıp evine gider. Halkı tarafından çok sevilen bir kişi olan Rahip Nikola, defterine kasabada olan önemli olayları yazan birçok kitap sahibi Müderris Hüseyin Efendi, Müslümanların yardımına koşan Molla İbrahim, sel olayında dedesi Hacı Liaço’nun adı geçen Hahambaşı Davit Levi, teğmenin talimatı üzerine bir sabah Kapiya’da Avusturyalı Albay’ı beklemeye koyulurlar. Geldiğinde ondan barış içinde yaşamalarına ve hayatlarını namuslu yollardan kazanmalarına izin verilmesini isterler. Albay onlara güvence verir. Bu kısa görüşmenin ardından alışık olmadıkları bir durumu yaşayan bu kişiler, evlerinin yolunu tutarlar. Roman boyunca kasabada farklı özellikleri ve hikâyeleri olan kişiler anlatılmıştır.

    Şemsi Brankoviç adlı kişi kasabada işgal sonrasında meydana gelen değişimleri onaylamayan ve onlarla bağ kurmayan tek kişidir. Bir tek cuma namazlarına iner kasabaya. İşgalin üçüncü yılında sebepsiz yere ölür. Kasabada yeni insanlar görünür. Çek, Alman, Macar v.b. milletlerine mensup memurlar gelir, çeşitli bayındırlık işleri yaparlar. Bu arada Sokollu’nun yaptırdığı kervansarayı da yıkarlar, ancak köprüye dokunmazlar. Yeni yönetim hemen her şey için bir yönetmelikle gelmiştir. Halkın yaşama biçimi ve kasabanın görünümü değişir. Kasaba aydınlatılır. Kapiya’da yabancı kadınlar görünür. Milân Glasinçanin, Sırbistan ayaklanmasında kasabaya gelip yerleşen Nikola Glasinçanin’in oğludur. Kumar tutkusu olan Milân, Ustamuyiç’in hanında sürekli kumar oynar. Bir gün yabancı biri gelir. 31 denen kumar oyununu oynarlar, yabancı kazanır. Birkaç gün oynamaya devam ederler, yine yabancı kazanır. Daha sonraki günlerde bu böyle devam eder. Milân, kumar oynamamaya karar verir. Ancak yabancı onun evine gelir ve Kapiya’da oynamaya başlarlar. Milân, paralarını, hayvanlarını, evlerini, tarlalarını, kaybeder. Kaybetmediği bir canı kalmıştır. Sonunda yabancı, aldığı herşeye karşılık olarak onu da ister Milân’dan. Milân bunu da kabul eder, kazanırsa bütün kaybettiklerini alacak, kaybederse kendisini köprüden Drina’nın sularına bırakacaktır. Milân, bu son eli de kaybeder ve köprüden atlamayı kabullenir. O an herşeyin bittiğini ve kumar tutkusunun onun yaşamına mal olduğunu anlar. Bu sırada bir rüzgar çıkar, köprü sallanır, yabancı kaybolur. Milân eve zar zor gelir. İki ay yatakta yatar, öleceğini düşünürler, Hatta Rahip Nikola bile onu kutsamaya gelir. Fakat Milân iyileşir ve başka biri olur, kumar tutkusunu kaybetmiştir. Milân’ın kumar oynadığı gecenin ertesi günü cumartesidir. Kapiya’da Yahudiler toplanmışlardır. İçlerinden biri, Bukus Gaon, kumar oynanan yerin yakınında bir altın bulur ve kumar oynamaya başlar, kazanır, daha sonra kasabayı bırakır ve aradan on dört yıl geçmesine rağmen kendisinden haber alınamaz. İşgalin 4. yılında her şey bir dereceye kadar yatışır, yerli yerine oturur. Ancak “Türklerin zamanındaki o tatlı ve sakin yaşam yoktu.”(Andriç 1975, 186). O yıl yeni hükümet Bosna-Hersek’te zorunlu askerlik uygulamasına ve her eve bir numara verilmesine karar verir. Elli yıl önce Padişah, Avrupalılar tarzında eğitim görmüş, düzenli bir ordu kurmaya karar verdiği zaman, hemen isyan bayrağını çekerek çarpışmışlardı. Çünkü Hrıstiyanlar gibi giyinmek, göğüslerinin üstünde bir haç gibi çaprazlama kayışlar takmak istemiyorlardı. Fakat şimdi, aynı üniformayı giyecekler, üstelik de yabancı bir dinden, yabancı bir hükümete hizmet edeceklerdi. Bu konuyu tartışmak üzere kasabanın bilgili ve okumuş Müslümanları bir mayıs günü Kapiya’da buluşurlar. Aralarında Ali Hoca ve Müderris Hüseyin Efendi de vardır. Burada Ali Hoca’nın tavsiyelerine uyarak pasif direnmeyi seçerler.

    Hükümetin bütün emirleri ve korkutmalarına bakmayarak, bu numaralı levhaları, (her eve bir numara verilmiştir) ya görülmeyen yerlere, ya da tersine asarlar. Bazen evlerini badana ederken yanlışlıkla olmuş gibi bu levhaları da boyarlar. Direnişin gizli ama ciddi ve şiddetli olduğunu gören hükümet de hoşgörüyle davranır ve kanunu bütün şiddeti ile uygulamaktan kaçınır. Bu olayların üzerinden iki yıl geçtikten sonra, asker toplama sorunu çıkar. Sosyal durumu ya da dini durumu ne olursa olsun bütün gençler askerlik görevini yapacaklardır. Doğu Hersek’te açıkça bir ayaklanma baş gösterir. Bu kez Müslümanların yanı başında Sırplar da vardır. Bosna’da örgütlenmiş bir ayaklanma olmaz ama ayaklanma Foça ve Gorajde’den Vişegrad’ın bucaklarına kadar yayılır. İki hafta sonra kasabaya Streifkorps birliği gelir. Bu birlikten iki asker, uzun ve sert geçen kışa bakmayarak Kapiya’da nöbet tutar. Sırayla nöbet tutan askerler arasında Rus asıllı bir asker de vardır. Adı Gregori Fedun olan 23 yaşındaki bu askerin dev gibi bir görünüşü, ancak çocuk gibi bir ruhu vardır. Mart ayının başlarında komutanlık nöbet tutan birliklere bir bildiri gönderir. Sağlam kaynaklardan alınan bilgiye göre, tanınmış haydut Yakov Çakirliya, Hersek’ ten Bosna’ya geçmiş, şimdi de Vişegrad civarlarında bir yerlerde gizlenmektedir. Oradan da herhalde Sırp yada Türk sınırına geçmek isteyecektir. Bu nedenle nöbetçilerin dikkatli olması istenmektedir. Bu sırada bahar gelmeye başlar. Tabiattaki değişimden Nöbetçi Fedun da etkilenmeye başlar. Bir öğle vakti köprüden Müslüman bir kız geçer. Genç kızların henüz örtünmedikleri yaştadır. Çarşıdan döner, yine heyecanlı köprüden geçerken Fedun’a bakar, Fedun da ona. Ertesi gün çarşıda ve köprüde kimse bulunmadığı bir sırada yeniden görünür. Üçüncü gün öğleye doğru, yine geçer. Büyükannesini kasabanın karşısına geçireceğini, ve büyükannesinin geceyi orada geçireceğini ve kendisinin yalnız döneceğini söyler. Altı saat sonra Fedun ve uyuklayan arkadaşı nöbettedir. Kadınla kız geçerler. Ancak kız geri dönmez. Nöbeti devralmaya gelen erler ve Asteğmen Drajenoviç görünür. Nöbetçileri götürür ve ayrı ayrı sorgularlar. Gece boyunca sorgu devam eder. Yakov Çakirliya kaçar, ancak sevgilisi yakalanır ve bütün olayı ayrıntılarıyla anlatır. Köprüden nasıl geçtiklerini, Yakov’a yaşlı kadın elbiselerini nereden bulduklarını tek tek anlatır. Bunun üzerine Fedun da olayı anlatır. Askeri mahkemeye verilmek üzere Saraybosna’ya gönderilmek istenir. Ancak Fedun bunu gururuna yediremez ve tüfeğiyle intihar eder. Gömülmesi de sorun olur. Farklı bir mezhepten oluşu ve intihar etmesi nedenleriyle buna sıcak bakılmaz. Ancak Rahip Nikola bunlara aldırmadan onu gömer. Ertesi sonbaharda Hersek’te ayaklanma durdurulur. Tanınmış birkaç Sırp ele başısı Karadağ’a ya da Türklere sığınır. Arta alan birtakım haydutlar da yakalanır.

    Bosna itirazsız asker gönderir. İlk gidiş töreninde gençler türkü söyler, anneler ağlar ve üzülürler, ancak gidenlerin geri dönmesi ve intibalarını anlatmasından sonra bu kez sükunetle giderler. Daha sonra kasabadaki birlik gider ve tıpkı Kapiya’da bir zamanlar konuşlanmış Osmanlı birliği gibi unutulur.  Avusturya-Macaristan idaresi altında kasabanın yaşamı gitgide farklılaşır. Avusturyalılar, Osmanlılardan daha fazla vergi almaktadır, ancak insanlar bunun farkında değillerdir. Önce askerler, ardından jandarmalar, sonra memurlar ve tüccarlar gelmeye başlar. Bu Francois Joseph çağıdır. Ayrıca kasabaya başka yerlerden gelmiş insanlar da yerleşir. Memur çocukları Kapiya’da yeni oyunlar oynar, yeni yeni kelimeler, adlar kullanırlar. Kasabaya sonradan yerleşmiş bir Yahudi olan Tsaler, bir otel açar. Ama oteli daha çok Lotika’nın oteli diye bilinir. Lotika Tsaler’in baldızıdır. Buraya insanlar bol para harcamak ve Lotika’ya takılmak için gelir, kumar oynarlardı. Lotika’nın otelinin müdavimleri vardır. Eyüp denen birisi onun âşığıdır. Lotika aynı zamanda Tarnovalı akrabalarının sorunlarını çözmek için onlara mektup yazar, para gönderir. Lotika’nın otelinden başka Zaira’nın meyhanesi vardır. Burada Frant Furlan, Sumba, çingene kadın Şaha ve Tekgöz Salko bulunur. Tekgöz, Avusturya işgalinden sonra, kasabaya gelen ilk sirkte dans eden bir kıza aşık olur. Birtakım çılgınlıklar ve delilikler yapar, hapse girer, dayak yer. Onu bu tür davranışlara iten zenginler de onu kurtarmak için büyük para cezaları ödemek zorunda kalırlar. Zenginler meyhanede genellikle ona takılırlar. Bir gün Tekgöz de beraberinde oldukları halde, kızların konuşmaları ve kahkahaları duyulan bir mahalleye girerler. Pâşâ denilen güzel kızın arkadaşlarıyla birlikte bulunduğu bu avludan, Tekgöz’ün ayağının dibine bir çiçek atılır. Bunu farklı bir şekilde yorumlarlar. Bundan sonra zenginler ona bu gerekçeyle takılmaya başlarlar. Meyhane, her gece Tekgöz’e yöneltilen aynı sorulara, ortaya atılan aynı iddialara sahne olur. Pâşâ denilen güzel kız ise, karısının çocuğu olmayan Hacı Ömer gibi çok zengin biriyle evlendirilir. Bir yıl kadar sonra da bir çocuk doğurur. Bundan sonra Mehağa ve Santo Papo gibi zenginler alaylarına yeni malzeme bulmuşlardır. Bir yandan da “Tekgöz’e bir rhum” diye içki ısmarlamaktan geri kalmazlar. Onunla ilgili bir hikâye uydururlar. Bir Türk askerinin çocuğu olduğunu ve Bursa’da varlıklarının bulunduğunu söylerler ona. Bir Şubat gecesi Mehağa, Tekgöz’e “öldür kendini” der. Daha sonra köprünün iki karışlık ince duvarının üzerinde kimsenin yürüyemeyeceğini iddia ederler. Tekgöz ortaya atlar ve üzerinde ince bir buz tabakasının bulunduğu iki karışlık köprü duvarını boylu boyunca geçebileceğini söyler ve duvarın üzerinde yürümeye başlar, Bursa’daki mirası ve Pâşâ’yı düşünür, bir ritim tutturur ve bunu başarır. Bu olay, ona şahit olanların ve onu duyanların belleğine kazınır.

    Yazar köprünün kasabadaki insanların hafızasının önemli olaylara ve anlara mekânlık yaptığını söylemek ister. Bunu romanın başından sonuna kadar devam ettirir.  “Sarı boyalı Avusturya arabalarının köprünün üstünden ilk geçtiği günden bu yana yirmi yıl kadar olmuştu....” (Andriç 1975, 244). Bu bir barış ve maddi gelişme çağıdır. Ama bir ilân bu havayı dağıtır. Avusturyalılar, işgal ilânını astıkları yere yeni bir ilân asmışlardır. Bu ilân beyaz bir kağıt üstüne ve etrafı kalın siyah bir çizgiyle çevrelenmiştir. İmparatoriçe Elizabeth’in Cenevre’de iğrenç bir suikasta kurban gittiğini anlatan ve imparatorluğun etrafında kenetlenmesini isteyen bir yazıdır bu. İmparatoriçe’yi Lucceheni adlı bir İtalyan anarşisti öldürmüştür. Vişegrad’a yerleşmiş ve burada evlenmiş, İtalyan müteahhit Pietro Sola etrafındaki insanlara katille hiçbir ilişkisinin olmadığını, kendisinin bir tavuğu bile kesemeyeceğini anlatır. Kasabanın çocukları ise ona anarşistin adını lâkap olarak takarlar. Bir süre sonra çocuklar daha eğlenceli bir iş bulurlar ve bundan vazgeçerler. Bu arada Müderris Hüseyin Efendi de anarşistlerin kimler olduğunu anlatır, onlar dünya var olalı beri vardırlar, hemşerisi Sokollu Mehmet Paşa da dilenci kılığındaki bir anarşist tarafından öldürülmüştür.  Avusturyalılar çalışmalarının kapsamına köprüyü de alırlar. 1900 yılında köprüye vinç aletleri yerleştirilir. Suyun akıntısı kesilir, tamirat yapılır. Köprünün karanlık oda denilen yeri açılır. Çevredeki çocuklar, bu odanın içinde bir Arap’ın yaşadığına dair bir inançla bunu izlerler. Ancak içeriden yalnızca güvercin pislikleri çıkar. Bu sürede insanlar Kapiya’ya oturmazlar. Bunun yerine Lotika’nın oteline ve Zaria’nın meyhanesine giderler. Ali Hoca’nın anlatıldığı satırlar bunun arkasından gelir. Aradan geçen zaman, onu, biraz daha yaşlanmış ama görünüşte çok fazla değişmemiş olarak karşımıza çıkarır. Yirmi yıl içinde üç kez evlenmiş on dört çocuk sahibi olmuştur; hastadır ve hap kullanmaktadır. Köprü tamiratının sürdüğü günlerde dükkânın önünde oturan iki kişiyle konuşur ve köprüye dokunulmaması gerektiğini söyler. Kasaba meydanındaki iki çeşmenin suyunun zararlı bulunması üzerine kaynağının değiştirilmesini de iyi karşılamaz. O sudan abdest alınamayacağını söyler.  Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, “Doğu Demiryolları” denilen bir proje uyarınca Vişegrad’a da demiryolunu getirir. Demiryolu insanlara zaman kazandırmaktadır. Vişegradlılar yeni bir şeyle karşılaşan bütün insan topluluklarının yaşadığı serüvene benzer bir serüveni yaşar tren karşısında. Ticaret, köprüden demiryollarına kayar. Öyle ki önceden malların üzerinden taşındığı bazı yolları otlar basar ve kaybolmaya yüz tutar.

     Ancak bunların yazarı şu ifadeyi de yazmıştır: “ Kusursuz bir anlayışın ve büyük bir sanatın eseri olan köprü ise.... ihtiyarlık ve değişiklik nedir bilmeden, geçici şeylerin kaderini paylaşmadan, yine her zamanki gibi o ölümsüz gençliği içinde uzanıyordu.” (Andriç 1975, 261). 1903’te Sırbistan Krallığı başka bir sülâlenin eline geçer. 1908’de Abdülhamit devrilir, Saraybosna’da çeşitli siyasi partiler ve örgütler kurulur. Bu örgütler kasabalara ve dolayısıyla Vişegrad’a kadar uzanırlar. Sosyalizm ve köylü halkları gibi konular köprüyü geçip kasabaya ve çevresine girer. 1908 yılına ait bir günde mahalli hükümetin memurlarından Dragon, daha önce iki ilânın asıldığı yere yeni bir ilân asar. Önceki ilânlarının aksine bu ilânın Türkçesi yoktur, sadece Sırpça yazılmıştır. İlânın Türkçesinin olmaması içeriği hakkında onu okumayan insanlara bir fikir verebilir. Bu ilânda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun işgalini ilhaka dönüştürdüğü anlatılır. Bildiri yırtılır, atılır. Bir süre sonra tekrar asılır. Birkaç Sırp tutuklanır. Aynı yılın Ekim ayında Avusturya ordusu gelir ve köprünün sütunlarının birine 1 metrekarelik bir delik açar ve içini patlayıcıyla doldurur. Bir savaş durumu olduğunda ve gerektiğinde köprünün havaya uçurabilmesi için, patlayıcılar elektrik teliyle kıyıya ve komutana bağlıdır. Köprünün böyle bir tehlike altında bulunmasına üzülen Ali Hoca, Viyana ordusunda görevli Tsirniçeli Mustafa Bey ile konuşur. Ondan bu hareketin anlamını açıklamasını ister, ama pek bir şey öğrenemez. İlhak krizi çabuk geçer. Kasaba ticari açıdan sıkıntılı bir dönemdedir. Mallar durmadan artmakta alım gücü azalmaktadır. İhtiyarlar, Türklerin dönemindeki tatlı hayatı özlemektedir. Kapiya’daki kahveci diğer kahveciler gibi bir gramafon alır. Türk marşları, Sırp marşları ve Viyana operetleri çalar. Kasabanın ağaları ve beyleri Türkİtalyan Savaşı’nın seyrini takip için Kapiya’ya giderler. İtalyan müteahhit Pietro’ya Trablusgarp Savaşı nedeniyle çıkışırlar. 1912’nin Ekim’in de Balkan Savaşı çıkar. Sırplar bu savaşta zafer kazanır. Vişegrad’a 15 km olan Türk sınırı 1000 km’den daha fazla geriler. Yazar bu savaşın sonucunda Türklerin kaybettiği topraklarla ilgili olarak şu ifadeyi kullanır: “Rüyada bile sınırlar bu kadar çabuk yer değiştirmezlerdi.” (Andriç 1975, 279). Doğu ve Batı’yı birleştiren Drina Köprüsü ise işlevini yitirmiştir: “Tren yolu şehri Saraybosna’yla birleştirdikten sonra köprünün batı dünyasıyla ilişkisinin hiçe indiğini daha önce görmüştük. Şimdi göz açıp kapayıncaya kadar doğuyla da bağlantısı kesilmişti.” (Andriç 1975, 278).  Savaşın sonuçları Müslümanlara çok ağır gelir. Geceleri aynı Kapiya’da Sırplar toplanıp Sırpça şarkılar söylerler.

    Başka merkezlerde okuyan yeni bir nesil vardır. Hayatla ilgili yeni görüşlere sahiptirler. Kapiya bu yeni neslin konuşmalarına, tartışmalarına mekânlık eder. Dört yıldır Graz Üniversitesi Doğal Bilimler Fakültesi’ne devam eden, Prag ve Zagrep’te çıkan devrimci dergilerde yazıları yayımlanan, Yanko Stikoviç, tıp öğrenimi gören Velimir Stevanoviç, Zagrep’te hukuk okuyan, Kapiya’da kazığa geçirilen Rahip Mihaylo’nun torunu Ranko Mihayloviç, odun ihraç eden bir fabrikada çalışan Nikola Glasinçanin ve Zorka ve Zagorka adlarında iki bayan öğretmen bu konuşmaları gerçekleştirir. Stikoviç ve Zorka, Zorka’nın çalıştığı okulda birlikte olurlar. Ancak ikisi de bundan pişman olur. Bir akşam yine Stikoviç’in bir makalesini incelemişlerdir Kapiya’da. Herkes gittikten sonra, Stikoviç ve Glasiçanin baş başa kalırlar. İkisinin arası Zorka nedeniyle açıktır, çünkü Glasiçanin, Zorka’yı sevmektedir ve Stikoviç’le Zorka arasındaki yakınlaşmadan rahatsızdır. Bu sırada Toma Galus ve Fehim Bahtiyaroviç, başlanmış bir konuşmayı sürdürerek geçmektedirler köprüden. Konu Bahtiyaroviç’in seçtiği daldır. Galus, doğu dillerini seçmekle yanıldığını ona anlatmaktadır. Galus bir Sırp milliyetçisidir. Konu Sokollu’ya gelir. Kurulacak yeni devlette Sokollu gibi insanların yurtlarında kalıp yükseleceğini, Viyana, Roma veya İstanbul’da yükselmeyeceğini söyler. Galus köprü üzerine de düşünür: “En büyük uçurumların, en derin ırmakların üstüne köprüler kuracağız. Ve daha güzel daha büyük köprüler kuracağız. Hem bunu yabancı merkezleri esirleşmiş milletleri birleştirmek için değil, kendi topraklarımızı, kendi devletimizi dünyanın öbür yanlarıyla birleştirmek için yapacağız.” (Andriç 1975, 299). İki kişi sesleri gittikçe azalarak uzaklaşırlar köprüden. Glasiçanin sesli ve olumsuz bir şekilde Stikoviç’in karakterini tahlil eder. Gururunun esiri olduğunu söyler ve konuyu Zorka’ya getirir. Karşılıklı tartışırlar. Sonra iki eski arkadaş ayrı yönlerden köprüyü terk eder. Aynı gece, kasabada bir otel işleten Lotika, Drina ırmağını seyretmektedir. Son yıllarda açılan bir randevu evi nedeniyle işleri azalmıştır. Önceleri mücadele etmeye çalışmış, ama başaramamıştır. Üstelik başka kahveler de açılmıştır kasabada. Öteki yatırımları da zarardadır. Tarnovalı akrabalarına yardım etmekte zorlanır. 1914 yılında yaz, çok güzel bir şekilde gelir. Santo ve onun dükkanı anlatılır. Tekgöz Salko’ya takıldıkları meyhane günlerinin üzerinden yıllar geçmiştir. O artık yaşlanmış, şişmanlamış ve torun sahibi olmuş bir Yahudi tüccardır. İbro Cemaloviç’e borç verişi anlatılır. Stikoviç’in gitmesinden bir süre sonra, Glasinçanin’le Zorka barışır. Ona Amerika’ya gitmeyi teklif eder, ancak o kabullenmez. 

    Vidovdan Yortusu’nun günü gelir ve her zaman olduğu gibi, Sırp toplumu Mezalin denen yerde bir kır eğlencesi düzenler. Gelenler, Kolo adı verilen halk oyununu oynamaktadır. Bu sırada birden eğlence kesilir. Siyah üniformalı jandarmalar görünür. Jandarma çavuşu insanlara bir şeyler söyler ve onun söylediklerini duyan herkesin yüz ifadesi ve tavrı değişir. Jandarma çavuşunun onlara söylediği şey, Avusturya-Macaristan İmparatoru’nun veliahdı Arşidük Fransua Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırp tarafından öldürüldüğüdür. Yine beyaz iri puntolarla yazılmış ve geniş bir siyah çizgiyle çerçevelenmiş bir ilân daha asılır Kapiya’ya. Birkaç Sırp hemen tutuklanır. Glasinçanin ve beraberindeki bazı kişiler bu durumda Vişegrad’da kalınamayacağını anlar ve Sırbistan’a kaçmaya karar verirler. Glasinçanin gitmeden önce Zorka ile vedalaşır. Ertesi gün onların kaçtıkları haberi yayılır. Bunun üzerine Avusturyalılar, Sırplarla ilgili her şeyi izlemeye karar verirler. Sırp Kilisesi ve Okul Derneği başkanı ve beraberindeki hatırı sayılır Sırplar, Kaymakamla görüşürler. Kaymakam onlara iyi davranmaz. Onlara yardımcı olamayacağını ve yapacak bir şeyin olmadığını ima eder. Ali Hoca’nın dükkanında da bir toplantı yapılmaktadır. Müslüman ahalinin ileri gelenleri Schutz Korps (Muhafız Birliği) ile işbirliği yapıp yapmamayı konuşurlar. Ali Hoca buna karşı ç ıkar, bunun kendilerinin kullanılması anlamına geldiğini belirtir. Nail Bey’in dışında herkes Ali Hoca’ya hak verir. Köprüde yakalanan bazı Sırplar çığlıklar atarak idam edilir. 4-5 gün sonra köprü ve kasaba Sırbistanlı S ırplarca topa tutulur, hiçbir mermi köprünün patlayıcıların bulunduğu sütununa gelmez. Bombardımanla geçen bu günlerde Müslümanlar Müslümanların evinde, Sırplar Sırpların evinde toplanır. İnsanların sosyal yaşamları ortadan kalkar. Ali Hoca’nın evinde ayrıca Muyaga Mutapsiç adlı bir göçmen Müslüman ve ailesi kalır. Mihaylo Ristiç’in evi çarşıdaki tüccarların önemli bir bölümünü barındırmaktadır. Orada bulunanlardan biri çevre köylerden biri olan Okolişte’li Petr’in karısıdır. Evinin yandığını ve kocasının öldürülmüş olduğunu ondan saklarlar. Müslümanlar, Sırplar derken kasabanın Yahudi sakinlerinin durumu da anlatılır. Lotika’nın oteline bomba isabet etmiştir. Bunun üzerine sahibinin yazlık evinde bulunduğu bir Müslüman evine yerleşirler. Avusturyalılar, köprünün saldırıya uğraması ihtimaline karşı S ırpların ileri gelenlerinden bazılarını rehin tutar. Köprüye bir şey olması durumunda öldürüleceklerdir. Bu arada bir Alman birliği de kasabaya gelir, dükkanların açık olması daha önce emredilmiştir. Ancak kimse bombardıman altında dükkanını açmaya cesaret edememektedir. Avusturya çavuşu Ali Hoca’yı bu nedenle tokatlar. Bir süre sonra Demiryolu kesilir, askeri birlikler Drina’nın sağ k ıyısından çekilir. Ali Hoca dükkanındadır. Avusturyalılar kasabayı terk etmektedir.

    Ancak kasabaya bir sürprizleri vardır. Birden büyük bir patlama olur ve dükkanın bütün eşyaları, malzemeleri karışır. Ali Hoca bayılır. Kendine geldiğinde Drina Köprüsü’nün içinde patlayıcı bulunan 7. sütununun yıkıldığını görür. Dehşet içindedir, hemen eve gitmek ister. Evine gitmesi için bir yokuşu çıkması gerekmektedir. Etrafta Sırp çetecileri dolaşmaktadır. Yolda köprüyü düşünür. Onu yıkan zihniyeti sorgular. Allah’ı düşünür ve yokuşu çıkamadan ruhunu ona teslim eder.
(TÜBAR-XIV-/2003-Güz/Ar. Gör. Abdurrahman KOLCU)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KAYNAKÇA

Andriç, İ. (1983). Drina Köprüsü. (Çev.: Hasan Âli Ediz & Nuriye Müstakimoğlu), 11. Baskı, İstanbul: Altın     Kitaplar Yayınevi.  Arm...