10 Kasım 2018 Cumartesi

KAYNAKÇA


Andriç, İ. (1983). Drina Köprüsü. (Çev.: Hasan Âli Ediz & Nuriye Müstakimoğlu), 11. Baskı, İstanbul: Altın     Kitaplar Yayınevi. 

Armağan, M. (2007). Hepimiz Osmanlıyız!. Zaman, 28 Ocak. 

Braude, B. & Lewis, B. (1982). Christians and Jews in the Ottoman Empire, the Functioning of a Plural Society: Volume I: The Central Lands; Volume II: The Arabic-Speaking Lands. New York & London: Holmes & Meier  Publishers. 

İkbal, M. (1988). Doğudan Esintiler. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 

Karakoç, S. (2007). Romancımız İvo Andriç. Edebiyat Yazıları-II (Dişimizin Zarı). 3. Baskı, İstanbul: Diriliş Yayınları. 

Kujundic, D. (1995).  Ivo Andric and the Sarcophagus of History. Ivo Andric Revisited: The Bridge Still Stands, Berkeley: UP, 152-153. 

Kymlicka, W. (1998). Çokkültürlü Yurttaşlık. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (Orijinal adı: Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights, Oxford: Oxford University Press, 1995). 

Şen, H. (2004). Balkanlar: Metaforların Çarpıştığı Bir Savaş Alanı. Cogito, 38, 258-274.

ARSLAN SELÇUK,  ER AKAN, Sema (2005), “Bir Şehir İkonu Olma Yolunda Yaya Üst Geçitleri ve Aydınlanmaları”,  ODTÜ Yaya Üst Geçit Örneği, III. Ulusal Aydınlatma Sempozyumu ve Sergisi Bildirileri.

BEJTİÇ, Alije (1953), “Spomenci osmanlijske arthitekture u Bosni i Hercegovini”,  Prilozi za Orientalnu Filologiu, ıstorıju Jugaslovenkih naroda pod/Turskom Vladavinom, III-IV , Ştamparski Zavad- Veselin Masleiai Sarajevo.

COŞKUN, Sezai (2010), “Sezai Karakoç’un Şiirleri Üzerinde Edebiyat-Medeniyet-Coğrafya İlişkisi Bağlamında Bir İnceleme/A Study In The Context Of Literature Civilization-Geography Relationship İn Sezai Karakoç’s Poems”, TURKISH STUDİES International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 5/1 Winter 2010, p. 843-885

ÇELİÇ, Dzemal- MUJEZİNOVİÇ, Mehmed(1998), Stari Mostovi u Bosni i Hercegovini, SarajevoPublishing. EKER, Süer (2006), “Bosna'da Etno-Linguistik Yapı  ve Türk Dili  ve Kültürü Üzerine”, Milli Folklor, Yıl:18, Sayı:72.

EKİZ, Mehmet (2012), “İşgal Sonrası Bosna-Hersek'te Eski Eser ve Vakıf Eserleri:Vatan Gazetesi Örneği/Old Works Of Art And Foundation Buldings In Bosnia-Herzegovina After The Invasıon: The Newspaper Vatan Sample”, TURKISH STUDİES - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic,Volume 7/1 Winter 2012, p.1005-1011.

HODEL, Robert (2011), Andriç i Socijalno Pitanje,  Ivo Andriç 50 Godina Kasnije, Medunarodni Nauçni Skup, Akademija Nauka I Umjetnosti Bosne I Hercegovine, Sarajevo, Novembra.  KAZAZ, Enver (2011), Univerzalnast Poliçkog Romana, Ivo Andriç 50 Godina Kasnije, Medunarodni Nauçni Skup, Akademija Nauka I Umjetnosti Bosne I Hercegovine, Sarajevo, Novembra.

KOVAÇ, Zvanko (2011), Andriç Dıjaloşki Naratıvı o Modernizacıja, Ivo Andriç 50 Godina Kasnije, Medunarodni Nauçni Skup, Akademija Nauka I Umjetnosti Bosne I Hercegovine, Sarajevo, Novembra.

KREŞEVİJAKOVİÇ, Hamdija (1939),  Vodovodi ı Gradnje Na u Starom Sarajevo, İslamska Dioniçka Ştamparıja, Sarajevo. LOVRENOVİÇ, Ivan (2011), Andriç Kao Naşe Ogledalo, Ivo Andriç 50 Godina Kasnije, Medunarodni Nauçni Skup, Akademija Nauka I Umjetnosti Bosne I Hercegovine, Sarajevo, Novembra.

ORUÇ Hatice, “15. Yüzyılda Bosna Sancağı ve İdari Dağılımı”, http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5108, 10.03.2013.

ÖZDER, Adem (2012), “Bosna-Hersek Cumhuriyetinde Coğrafyanın Halk Kültürüne Etkisi”, Marmara Coğrafya Dergisi,  sayı: 25, Ocak s. 213-237 İstanbul - ISSN:1303-2429.

TEZCAN Nuran- TEZCAN Semih (2011), “Doğumunun 400.Yılında Çelebi Evliya”, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara. 

TOKSOY Nurcan,(2007).  “Türk İnkılabında Milli Kültürün Yeri ve Halkevi Çalışmaları/The Place Of The National Culture In The Turkish Revolation And The Community Center Works”, TURKISH STUDIES -International Periodical for the Languages, Literature and Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 9/9 Summer 2014
HistoryofTurkishorTurkic,Volume2/12007,www.turkishstudies.net,DOINumber:http://dx.doi.org/ 10.7827/Turkısh Studies.38,p.124-161.

URAL, Ali (2005), “Tarihi Kemer Köprülerin Sonlu Eleman Metoduyla Analizi”, Deprem Sempozyumu Kocaeli.

VELİÇKOVİÇ, Nenad (2011), Andriç u çitankama, Ivo Andriç 50 Godina Kasnije, Medunarodni Nauçni Skup, Akademija Nauka I Umjetnosti Bosne I Hercegovine, Sarajevo, Novembra.

ANDRİÇ, Ivo(1980) (çev. Hasan Ali EDİZ), Drina Köprüsü, İletişim Yayınları, İstanbul.

Meşhur Drina Köprüsü(Na Drini Cuprija)


Drina Köprüsü’nde “Birlikte Yaşama Kültürü”


    Fatih Sultan Mehmed’in, İstanbul’u fethinden tam on yıl sonra, zaten Batı’ya dönük olan yüzünü Bosna’ya çevirmesi, bu coğrafyayı bizzat kendisinin komutasında bir orduyla neredeyse savaşsız fethetmesi, başta Bosna için genel anlamda da Balkan coğrafyası için fethin uzun soluklu bir sürecinin olması sonucunu doğurmuştur. Osmanlı kültürü, şehirli karakteri ağır basan bir niteliğe sahipti. Bunun neticesinde Osmanlılar, Bosna’da birçok yeni şehir kurmuş ve fethettikleri şehirleri de imar etmişlerdi. Köprüler, bu imar çalışmasının en sembolik ve derinlikli anlamını taşımaktadırlar. Bosna’da köprü çoktur; o kadar çoktur ki biraz tarih kitabı karıştıran herkes, Bosna’daki en az bir köprü hakkında bilgi sahibidir. Malum köprülerin başında elbette Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliaht prensi Fransua Ferdinand ve eşinin Saraybosna’da Gavrilo Princip adlı bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldüğü köprü gelir. İki kişinin ölümüyle sonuçlanan bu küçük hareket, büyüyerek içine tüm dünyayı almış; yüzyılların birikimi imparatorlukları ve milyonlarca insanı yutan I. Dünya Savaşı’nı başlatmıştır.
 
    Köprüler, insanları birbirine kavuşturan yapılardır. Bir yakadan diğer yakaya uzanan köprülerin temel fonksiyonu, “birleştirmek”tir: “Sarayevo’ya giden yolun iki parçasını birleştiren köprü, kasabayı da dış mahallesine bağlar. Burada “bağlar” kelimesi; “güneş sabahları, biz insanların çevremizi görmemiz ve işlerimize gitmemiz için doğar, akşamları da uyuyarak günün yorgunluğunu dindirmemiz için batar”, dediğimiz zamanki kadar bir gerçeğin anlatımıdır. Çünkü değerli bir eser ve eşsiz güzellikte olan bu yapı, daha zengin, ticaret bakımından daha gelişmiş şehirlerde bile bulunmayan bu köprü (eskiden böyle koca İmparatorlukta ancak iki tane var derlerdi.) Drina'nın yatağı üstünde güvenilir, temelli biricik geçittir. Bosna’yı S ırbistan'a, oradan da daha uzaklara, Osmanlı İmparatorluğu'nun öteki bölgelerine, hattâ ta İstanbul’a kadar bağlayan biricik bağdır. (…) Böylece zamanla burada da köprünün iki yakasında evler, binalar çoğaldı. Kasaba köprü sayesinde yaşadı ve sağlam bir kökten güç alır gibi büyüdü.” (Andriç 1983: 22-23). Köprüler yapılana kadar ‘ayrı’ olanlar, çoğu zaman köprüler kurulduktan sonra ‘bir’ olmayı becerebilmiştir. Araya zaman zaman köprü yıkmalar, karşıdakini yok saymalar girse de Bosna; birleşmelerin, gitmek ama nihayetinde geri gelmelerin de ülkesidir. O yüzden değil midir ki Boşnak sözlüğünde “gitmek” üzerine kırktan fazla kelime bulunmaktadır. Gitmek, karışmak, barışmak. Yani hareketin, coşkunun, köprüler kurmanın ülkesi. Bosna; taştan veya demirden inşa edilen köprülerle beraber kültürler arasında da bir köprü olarak görülmüştür. Balkanlar, sık sık Doğu ile Batı, İslâm ile Hıristiyanlık, kısaca “onlar” ile “biz” arasındaki belirsiz konumundan kaynaklanan arada kalmışlığı ile gündeme geldiğinden köprü imgesi, Hasine Şen’in (Şen 2004) de vurguladığı gibi, her zaman Balkanist söylemin kullanışlı ve güçlü bir aracı olmuştur. Balkanların en belirgin özelliği olarak kabul gören karışık unsurlardan oluşma ve geçiş bölgesinde yer alma niteliği, bu metaforun gücünü arttırmıştır. Bosna, Doğu’nun Batı’yla, Batı’nın Doğu’yla yüzleştiği bir ırmak kenarıdır. Bütün sorun, bu ırmağı atlamak, “karşı”ya geçmek için küçük bir gayret göstermektedir. Tam da bu noktada Osmanlı, çoğu zaman tek taraflı bir kararlılıkla, bu ırmakları aşmanın gayreti içinde bulunmuş; köprüler yapmış, biriktirdiklerini oraya, oradan aldıkları yeni düşünceleri de İstanbul’a taşımıştır. Drina Köprüsü de, bu bağlamda anlamlı bir örnektir.

     Balkan kökenli Osmanlı Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa; memleketi olan Sokoloviç başta olmak üzere tüm Batı dünyasını, zamanının merkezi ve Doğu’nun kapısı olan İstanbul’a bağlamak maksadıyla Drina nehri kenarında yer alan Vişegrad’a 1571 yılında kendi adıyla anılan bir köprü yaptırmıştır. Zamanla üzerinden aktığı nehrin ismini alan Drina Köprüsü; kesme taş bloklardan yapılmış, eni 7 metre, boyu 180 metreyi bulan etkileyici bir mimarî şaheser olarak hizmet vermiştir. Altından geçen ırmağı tam on bir yerinden bölen gözleri ve bugün çoktan yıkılıp tarih olmuş taş hanıyla, yüzyıllarca klasik Doğu mimarisinin çizgilerini yansıtmış olan bu köprü, sözgelimi yine Drina üzerine kurulmuş olan Rzav Köprüsü’nün aksine, sadece hayvan ve insanlara geçitlik yapmayıp kültürlerarası bir bağlantıyı da sağlamıştır (Andriç 1983: 23-24). Hakkında şarkılar söylenen ve Kapiya isimli girişinde yüzyıllarca âşıkların dolaştığı bu köprü, en sonunda İvo Andriç’in Drina Köprüsü (1945) adlı romanında kahramanlaşarak yazarının da 1961 yılı Nobel Edebiyat ödülünü kazanmasına sebep olmuştur. Yapılmaya başladığı zaman hem Hıristiyan hem de Müslüman halkın önceleri pek sıcak bakmadığı bu dayanıklı köprü, yapıldığı günden beri, farklı din ve mezheplerden halk tarafından, ‘iyiliksever bir Boşnak vezirin iyilikle dolu hatırası’ diye anılmıştır. Yazıldıktan kırk-elli yıl sonra, ülkedeki çok milletli, çok dinli, çok kültürlü hayatı tahrip eden iç savaşlar yüzünden 1990’ların Yugoslavyası’nda yeniden güncellik kazanan Drina Köprüsü, 1516-1914 yılları arasındaki Bosna’yı ve orada yaşayan insanları, o ülkenin yüzlerce yıllık tarihine tanıklık eden bir köprünün, Drina Köprüsü’nün ‘dilinden’ anlatan bir romandır. Bu eseri, savaşın hemen bütün tarafları, 1990’lı yıllarda bir şekilde sahiplendiler. Kimileri de, Sırpların, Hırvatların ve Müslümanların bir arada olamazlığının belgesi gibi “okuttular” bu romanı. Eski Bosna’nın, orada yaşayan herkesin paydaş olduğu hayatına dair, bu hayatın milliyetçilikler çağında nasıl değiştiğine dair bir roman olan Drina Köprüsü’nde anlatılan; ne müthiş bir uyum hikâyesi, ne de mutlak bir zulüm hikâyesidir.

     Roman; etnik kimliklerin, dinlerin, devletlerin ve de her şeyin ötesinde, içinde “insan”ların olduğu, karmaşık, zengin bir hayat tablosudur. Eser; Osmanlılar, Boşnaklar, Sırplar, Hıristiyanlar, Müslümanlar vs. meselelerini okura yer yer unutturur ve Osmanlı’da farklı toplulukların -iyisiyle kötüsüyle- bir arada nasıl yaşadığını, geniş bir perspektiften ve bir tarihçi titizliğiyle tasvir eder. Zaten Drina Köprüsü’nü büyük roman yapan da budur. Romanda, sıradan, kronikçi bir anlatım sözkonusu değil. Kendisinin de doğup büyüdüğü topraklarda yaşayan farklı din ve etnik kimlikteki insanlardan sık sık “biz” veya “bizimkiler” (Andriç 1983: 171, 175, 212 vd.) diye bahseden, pek çok cümlesini ya birinci çoğul şahsa (“Biz”) göre kuran ya da “herkes” veya “hepsi” kelimesini (Andriç 1983: 85-86, 88, 92, 97-98, 100-101 vd.)  sıkça özne olarak kullanan İvo Andriç, doğup büyüdüğü bu toprakları, efsanelerle, masallarla zenginleştirerek anlatır. Köprünün yapılışı, isyanlar, salgınlar, su baskınları, Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından işgali, ülkeye demiryolunun getirilişi, Balkan Savaşı’nın acı dolu günleri, bir dünya savaşına yol açan suikast, yine savaş, yine kan, yine gözyaşı, köprünün dinamitle atılması... romanın tarihî dekorunu oluşturur. İstemediği bir delikanlıya verildiği için köprünün üstünden azgın Drina’nın sularına atlayan güzel Boşnak kızı Fato’nun acıklı serüveni (Andriç 1983: 127-139), kumarbaz Milan Glasinçanin’in yarı gerçek, yarı masal hâlinde anlatılan kumar tutkusu (Andriç 1983: 175-185), tekgöz Salko’nun (Andriç 1983: 231-245), otel sahibesi Yahudi Lotika’nın hayatları (Andriç 1983: 216-226, 317-327) ise, romanın zengin dramatik kurgusundan sadece birkaç örnektir. Her satırında hissedilen insanî boyut ile insanı saran Drina Köprüsü, “Osmanlı Yönetimindeki Bosna-Hersek’te KültürYaşamı” başlıklı bir doktora tezi de hazırlayan İvo Andriç’in, bir millete veya bir cemaate değil de bir ülkeye, bir vatana adanmış önemli bir romanıdır.

     Edebiyat çevreleri, 1961’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen İvo Andriç’in, ödülü bu roman sayesinde aldığında hemfikirdir.  Âdeta bir “milletler kokteyli” olan Balkan insanının yaşantısını ve kozmopolitliğini, bir köprü üzerinden anlatan Drina Köprüsü, dinî ve kültürel farklıklarına rağmen Balkan insanlarının ortak yönlerine ve “kader birliğine” de sıklıkla vurgu yapar. Eser, sevinç ve felâket günlerini bir arada yaşamalarının onları birbirine bağladığına değinen, bir romandan ziyade bir tarih kitabı gibi olayları sosyal yönleriyle de içeren bir kitap olarak da değerlendirilebilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardaki hâkimiyetinin güçlü ve zayıf taraflarını da, Osmanlı hâkimiyetinde yaşamış bir milletin mensûbunun -hem de Sırp milliyetçisi olarak bilinen bir yazarın- ağzından tarafsız denebilecek bir tarzda ortaya koyan bu romanı üç bölüme ayırabiliriz:

Birinci bölüm:
Köprünün yapılışına,
İkinci bölüm:
Köprünün yapımından müslüman idarenin yani Osmanlı hâkimiyetinin son bulmasına kadar olan sürece,
Üçüncü bölüm:
Osmanlı idaresinin son bulmasıyla Bosna’nın Avusturya-Macaristan imparatorluğu idaresine geçişine ve bu idareye karşı yapılan ayaklanmalar ile yerli halkın sıkıntılarına, bu arada yaşanan ekonomik, kültürel ve siyasî değişime ve milliyetçilik akımlarına ayrılmıştır. Balkanlarda yaşanan bu hızlı tarihî değişimleri konu edinen kitap, tarihî bilgilerin yanı sıra yöre halkının sade fakat etkileyici hayatlarını da bölümler hâlinde işlemektedir. Olay örgüsünü kısaca ele alırsak; Balkan kökenli olan Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, geldiği yer olan Bosna’ya ölümsüz bir eser bırakmak niyeti ile Drina nehri üzerine bir köprü yaptırmak ister. Yerli halkın ilk başta ne olduğunu anlayamaması, inşaatın uzamasından ve baskılardan dolayı belli bir noktadan sonra yılgınlık gösterip köprünün tamamlanmasını istememesi, iyi ve kötü yönetimin arka arkaya gelmesi, ilk bölümde dikkatimizi çeken başlıca hususlardır. Köprünün yapımı ve bu s ırada yaşananlar anlatılırken, romanın her bölümünde olduğu gibi, farklı kültürlere sahip yerli halkın yaşantısı, gelenekleri ve inançları da aralara serpiştirilmiştir. Köprünün yapılışına baştan itibaren pek hoş bakmayan yerli halk, özellikle Müslüman olmayanlar,144 köprü bittiğinde hayranlığını gizlememiş ve köprünün yapılışına çok sevinmiştir. Bazı köprüler vardır ki, sadece iki yakayı değil, iki farklı dünyayı da birbirine bağlarlar. Romanda ele alınan insanların küçük dünyaları, sadece etnik kimlikleri veya mensup oldukları dinler tarafından değil, nehir veya nehirler tarafından da bölünmüştür, bu farklı dünyaların -az da olsa- birbirine yakınlaşmasına bu “köprü” de katkıda bulunur. Köprü, bir buluşma ve birleşme noktası olur onlar için. Drina köprüsünün bitmesi ile kasaba, çevre yerleşim yerleri arasında önem kazanmaya başlar ve o zamana kadar içine kapanık olan bu yerleşim biriminin ticarî hayatı, köprü sayesinde canlanır. Böylelikle, kasaba için bir değişim ve gelişim süreci başlar. Köprünün giderek artan önemiyle yaşanan bu gelişmelerin ele alındığı ikinci bölüm, Osmanlı hâkimiyetinin Balkanlarda zayıflaması ile son bulur. Üçüncü bölüm, Osmanlının iyice zayıflamasıyla Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun fazla zorlanmadan Balkanlarda egemenlik kurmasıyla başlar. Hıristiyan ve Müslümanı ile yerli halk, uzun süre Osmanlı idaresine alışmış iken bu yeni idareyi başta çekingenlikle karşılamıştır. Fakat bir süre sonra bu yeni idareye de alışıp yeni hayat biçimini benimsemişlerdir. Avrupa'nın belirli sahalarda Osmanlının önüne geçmesi ile dünyada pek çok şey değişmiş ve kasaba da bu değişik hayat tarzına alışmıştır. Fakat bir süre sonra yeni yönetimin olumsuz tarafları ortaya çıkmaya başlamıştır. Ekonominin de kötüye gitmeye başlaması ve milliyetçi akımların ilerlemesi; Sırpları bağımsızlık için isyanlar çıkarmaya teşvik etmektedir. Küçük çaplı isyanlar, yavaş yavaş büyür ve Balkanların her yerinde kanlı mücadeleler başlar. Gittikçe kötüye giden şartlar sonunda, her şey daha iyi olacak diye umut edilirken Bosna’daki siyasî bir cinayet ile I. Dünya Savaşı patlak verir. Drina nehri üzerine yapıldığı tarihten itibaren kasaba ile birleşen köprü de, bu acımasız savaşta yıkılarak bir anlamda yaşanan manevî yıkımların da sembolü olur. İster Müslüman, ister Hıristiyan, ister Yahudi olsun, insanlar, yaşadıkları yerde bir “kader birliği” veya deyim yerindeyse “birlikte yaşama kültürü” oluşturarak acıları ve mutlulukları, farklı boyutta da olsa hep beraber yaşamakta; değişim karşısında birbirlerinden çok da farklı olmayan biçimlerde etkilenmektedirler. Molla İbrahim ile Rahip Nikola’nın şahıslarında Sırplarla ve Müslümanlar arasında dostluk ve arkadaşlıkların olduğuna da (Andriç 1983: 159-160) vurgu yapılan bu romanda, farklı dinlerden olan bu insanların tarihî süreç içinde özel yaşantıları ile toplumun genel durumu, tarihî bir köprünün hikâyesi etrafında birleştirilerek anlatılmış ve Balkan tarihine değişik bir şekilde ışık tutulmuştur.

    Kitabın son bölümünde, ayrıca, 19. ve 20. yüzyıldaki siyasî hareketlerin, kamplaşmaların, politikanın, partilerin, sermayenin, para kazanma hırsının insanları nasıl birbirlerinden uzaklaştırdığı anlatılıp etrafımızda gelişen olayları, 19. yüzyıl gözlükleri ile yorumlamamız sağlanıyor. Partiler (politika) ile sağ ve sol kavramının ilk olarak yerleşmeye başladığı o dönemlerde, insanların bu kavramları anlamlandırma sorunlarından başlayarak aslında bu iki kavramın ve benzer akımların sadece insanları birbirinden uzaklaştırmaktan başka işe yaramayan, toplumda ilerlemenin ve toplumsal barışın önüne geçen unsurlar olduğunun altı çiziliyor (Andriç 1983: 264265). Bu bağlamda, roman kahramanlarından Pavle Rankoviç’in, Bosna’daki insanlar arasındaki ilişkilerin ve huzurun bozulmasına “politika”yı sebep göstermesinin (Andriç 1983: 320) yanında Vişegrad’ın Müslüman genci  144 Örneğin romanın Sırp kahramanlarından Radisav, “Baldırı çıplaklarla Hıristiyanların köprüye ihtiyaçları yok. Onu isteyen Osmanlılardır. Biz alaylar toplamıyor, ticaret yapmıyoruz. Sal neyimize yetmez?” diyerek köprü fikrine karşı çıkar.

    Fehim Bahtiyaroviç’in, Sırp milletini yükseltecek ve dünyadaki medeniyetin merkezi olacak bir Sırp ülkesine yönelik görüşleri nedeniyle aşırı milliyetçi Sırp arkadaşı Toma Galus’a düşünüp de söyleyemediklerini burada anmak gerekir: “Ani değişiklikler isteği ve onları kuvvet zoru ile gerçekleştirmek düşüncesi, insanda çoğu zaman bir hastalık gibi belirir, daha çok kafasında güçlenir. Yalnız şu var ki, bu kafalar iyi düşünemezler. Sonunda bir sonuca varamaz. Çoğu zaman da omuzları üstünde kalmazlar. Çünkü dünyayı yürüten ve idare eden, insanların istekleri değildir. İstekler, rüzgâra benzer… Tozları bir yandan alıp öbür yana götürür, bazen bütün ufku karartır. Ama sonunda sakinleşir. Yatışır ve arkasından dünyayı yine o sonsuz biçimi ile bırakır… Yeryüzündeki sürekli eserler Allahın iradesiyle meydana gelir. (...) Arzudan, insanoğlunun isteğinden doğan bir eser, ya gerçekleşemez, ya da sürekli olamaz. (...) Gece Kapiya’da, karanlık gökyüzünün altında söylenen bütün bu coşkulu ve cüretkâr sözler de bir şey değiştirecek değildir.” (Vurgulama benim, s. 303). Tabiî ki İlahî takdir her ne kadar önemliyse de bu dünyadaki değişime, insanoğlunun iradesini kullanarak katkıda bulunduğu da bir gerçektir. Bu nedenle, Bahtiyaroviç’in düşüncelerine tam olarak katılmasak da şu bir gerçektir ki, bu romanda da görüldüğü gibi, kişilerin kendi milletlerini yüceltip diğerlerinin üzerine çıkarma isteği veya mensubu olduğu milleti diğerlerinden “üstün” görme saplantısı, her devirde bir şekilde hüsrana uğrayacaktır. Dünyanın bütününü iyileştirmeye yönelik olmayan hareketlerle içinde yaşadığımız gerçek hayattan kopuk ideolojiler, kendilerini yok etmeye ve kısa süreli olmaya mahkûmdurlar ve hiçbir sorunu çözemezler. Andriç’in de eserinde vurguladığı bu gerçek, romanda hem Sırp milliyetçisi Yanko Stikoviç ile sosyalizmi savunan Yakov Herak’ı eleştiren Nikola Glasinçanin’in ağzından hem de kasabada otel işleten Lotika’nın ağzından verilir. Nikola Glasinçanin, her yaz Drina Köprüsü’nün üstünde ülkenin geleceğine dair saatlerce tartışan ama bir sonuca ulaşamayan üniversite öğrencileri gururlu ve bencil Stikoviç ile sosyalist Herak’ı şu sözlerle eleştirir: “Sizi dinledikçe daha çok anlıyorum ki, yazılı ya da sözlü, bütün bu tartışmaların hayatla, hayatın gerçek problemleri ve ihtiyaçları ile hiçbir ilgisi yok. Çünkü hayatı, gerçek hayatı, elden geldiği kadar yakından inceliyorum… Onu başkalarında görüyor, kendimde hissediyorum. (…) Teknik ilerlemeler dünyada nisbî bir barış, bir çeşit durgunluk, özel bir atmosfer, gerçek olmayan sahte bir hava yarattı; bundan yararlanan bir sınıf halk da, aydın dediklerimiz de, dünyaya ve hayata bakışları ve düşünceleriyle eğlenceli bir tembel oyunu oynamak imkânını buldular. Bu… içinde egzotik çiçekler yetişen sahte iklimli bir çeşit kış bahçesine benzer… Ama bir yığın canlının üstünde kımıldadığı gerçek ve sağlam temelle… yâni toprakla hiçbir ilgisi olmayan bir fikir bahçesine. Bu yığının alınyazısını ve ona belirttiğiniz amaca ulaşması için atılacağı mücadeledeki davranışını tartıştığınızı sanıyorsunuz. Ama gerçekte: Kafanızda dönen tekerleklerin ne bu yığının yaşantısıyla, ne de genel olarak hayatla bir ilgisi var. İşte… Oyununuzun tehlikeli olduğu nokta da bu… Hem başkaları için, hem de sizin için tehlikeli olabilir. (…) insan sizi dinleyince, bütün sorunlar başarı ile çözüldü (…) sanır. Oysa hayatta, (…) hiçbir şey kolayca çözülmediği gibi, onu tamamiyle çözmek umudu da yoktur. Tam tersine, her şey güç ve karmaşıktır. (…) İnsanoğlu bütün ömrü boyunca üzülür durur ve hiçbir zaman, ne ona gerekli olanı, ne de istediğini elde etmeyi başarır. Sizin nazariyeleriniz gibi nazariyeler, sadece onun kumar zevkini tatmin eder. Gururunu okşar ve hem kendini, hem başkalarını aldatır.” (Andriç 1983: 307-308) (Vurgulamalar benim). Bosna’da, eskisine göre insanların kimi değerlerini kaybettiğinden, “zamanın bozulduğu”ndan ve insanların “sebepsiz ve mantıksızca birbirine düşman olu(p) birbirinden ayrıl(dıklarından)” şikâyet eden Lotika, bunun sebeplerinden bahsederken şunları söyler: “Çünkü bir sürü insan, anlamsız ve maksatsız bir sürü şey söylüyor ve yapıyordu. Bunlardan felâket ve zarardan başka ne gelebilirdi? Hayat kırıklanıyor (“parçalanıyor” R.G.), dağılıp dökülüyordu. Bugünkü kuşaklar daha çok hayatla değil de, hayat üzerine görüşleriyle meşguldü. Bu anlaşılmaz saçma bir şeydi ama böyle idi. Onun için de hayat değerini kaybediyor… Kelimelerle harcanıp gidiyordu.” (Andriç 1983: 319) (Vurgulamalar benim). Yazar, köprü etrafında gerçekleşen olaylarla yavaş yavaş bizi kitabın içine çeker ve hissettirmeden köprünün iki yakası arasında gidip geliriz. Köprünün iki yakasını bağladığı Vişegrad’ın yerlileri gibi köprünün üzerinde batan güneşin yüzümüzü ısıtmasını hisseder ve kendimizi Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi komşuların ilişkileri içerisinde buluruz.

    Yazar, maddî ve manevî köprüler kurmaya önem veren Osmanlı’nın, Balkanlardan geri çekilmesiyle onun yerine gelen ve Osmanlı’nın yaptığı köprüyü tahrip eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile onların getirdiği düzene eleştiriler getirirken özellikle huzuru arayan yaşlılar tarafından eski düzene (Osmanlı zamanına) özlem duyulduğundan bahseder (Andriç 1983: 277). Tabiî Osmanlı’nın yaptığı yanlışlıkları da belirtmeden geçmez. Yazar bunları, olayların akışı içerisine öyle bir yerleştirir ki Müslüman karakterler kendilerini, Sırp karakterler de yine kendilerini eleştirir; böylece kimsenin incinmesine izin vermez. “Osmanlı plüralitesini ve o çok yanlılığın içinden yükselen birlik türküsünü çağır(an)” (Karakoç 2007: 129) Andriç, Vişegrad kasabasında yaşayan birbirlerine karşı şeklen de olsa saygılı H ıristiyan ve Müslüman halklarının; yaşanan işgâl, doğal felâket (sel), sıkıntı ve değişmelere karşı “ortak bir kader” önündeki yaşantılarını, “ortak insanî özleri”ni de ortaya koymaya çalışarak gözler önüne serer.  Romanı yazış gayesini, Bursa’daki bir konuşmasında, “Bizim topraklarımızda da yıkan, yapan, ilerleyen ve gerileyen bir kuvvetin yüzyıllar boyunca geçmiş olduğu yolu görmek istemiş ve mümkün olduğu kadar yakından anlamaya özenmiştim. Bir kuvvetin yükselmesini, batışını ve bizden neler alıp bize neler verdiğini iyice ölçüp biçmek istedim.” şeklinde ifade eden İvo Andriç (1983: 10), Sava nehrine dökülen Drina suyu üzerindeki bir köprüyü sembol olarak kullanıp Doğu ile Batı’nın ilişkilerini, bu iki medeniyet arasındaki etkileşimi anlatan bir eser ortaya koymuştur. Drina Köprüsü, altından akıp giden sular gibi, Doğu’dan Batı’ya (bir kıyıdan diğerine) Osmanlılığı taşımakta ve Doğu ile Batı’yı kaynaştırmaktadır. Ancak, uzun süre Doğu’dan Batı’ya olan bu akış, bir süre sonra tersine döner. Artık ekonomik ve askerî yönden Doğu’ya üstünlük sağlayan Batı’nın değerleri hâkimdir. Andriç, bu dönüşümün sebeplerini anlatırken, Balkan Savaşı’ndan sonra toprak kayıpları yaşandığı sırada Müslümanların sadece ah vah edip Drina Köprüsü’ne bakarak eski ihtişamlı günleri anmakla yetinmelerine karşılık Sırp, Hırvat ve Slovak gençlerin, bir taraftan Viyana, Zagrep, Gratz ve Prag üniversitelerinde okuyup bir taraftan milliyetçilik bilinçlerini güçlendirdiklerinden de bahseder (Andriç 1983: 293-294, 299-303). Ancak yazar, Avrupa ülkelerinde okuyarak kültürel bir değişim yaşayan, geleneklerinden uzaklaşan/kopan ve Batı kaynaklı ideolojilere kendilerini kaptıran bu okumuş gençlerin veya sadece zevk, eğlence ve para kazanmaktan başka bir endişeleri olmayan halkın, kültürler arasındaki farklılıkları iyice derinleştirerek çatışmaları körüklediklerine de dikkat çeker (Andriç 1983: 277-278, 284-285). Gelenekler ve kültürel yapı yozlaşınca da “içinde daima nefretler, kıskançlıklar, kör inançlar, dinî tahammülsüzlükler, kabalık ve zalimlik gizleyen, ama yüzyıllık geleneğe (“birlikte yaşama ve farklılıklara tahammül etme geleneği”ne R.G.) dayanarak kalbinde insanlığa ve bütün düzenli ve ölçülü şeylere karşı da bir saygı ve merhamet besleyen (…) bütün kaba duyguları(nı) ve kötü alışkanlıkları(nı), katlanabilir bir sınır üzerinde koruyarak onları ortaklaşa hayat ve genel yarar uğruna yatıştırmayı ve idare etmeyi başaran” kimi yöre insanın “duygular(ı) birden siliniver(ir)” (Andriç 1983: 349) ve problem başlar. Ekonomik kazançları yerinde olduğunda, âdil ve düzenli yaşam şartlarına sahip olup kendilerini güvende hissettiklerinde yani dış hayatın gelişim ve ilerlemesinde problem olmadığı sürece yörede yaşanlar, birlikte yaşama konusunda pek sorunla karşılaşmazlar; böyle durumlarda “ilkel duygular ve çeşitli ırk, millet ve dinlerin sarsılmaz inançları gibi şeyler de arka planda ve karanlıklar içinde” kalır. Ancak “bunlar, halkın hele bu ülke halkının, onsuz yapamadığı şeyler” olduğu için “ölmüş ve gömülmemiş gibi görünen bütün bu şeyler, uzak bir gelecekte halka değişiklikler ve umulmadık felâketler hazırlıyordu.” (Andriç 1983: 211).

    Birçok Balkan romanı gibi Drina Köprüsü de, Balkanlara ait kanlı sahneler içerse de Andriç, Bosna’daki etnik çatışmaları bölgeye özgü bir nitelik olarak görmez; olayları, tarihî açıdan değerlendirmeye çalışır. Yazara göre etnik çatışmalar, bölge insanlarının özüne ilişkin bir kana susamışlığın sonucu değil, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının bölgedeki varlıklarının getirdiği dengesizliğin ve düzensizliğin sonucudur. Andriç, köprü metaforunu romanının merkezine yerleştirmiştir, ama yazar bu imgeyi, Balkan kimliğinin oluştuğu bir alan olarak görmektedir ve ona yüklediği anlam ise Heidegger’in köprü yorumuyla paralellik gösterir: “Köprü tuhaf bir mesken türüdür: akıntının üzerinde hiçbir çaba harcamadan, büyük bir kararlılıkla salınır. Köprü yalnızca ondan önce de orada bulunan kıyıları birleştirmez. Kıyılar, ancak köprü akıntıyı a ştığı zaman ortaya çıkar. Köprü, tasarımı gereği kıyıların yan yana uzanmasını sağlar.” (Kujundic 1995: 152-153).     

Drina Köprüsü Bölüm 2


Drina Köprüsü Bölüm 1


Mostarlı Doç. Dr. Dijana Gup ile Mostar Köprüsü Üzerine Röportaj


Mostarlı Doç. Dr. Dijana Gup ile Mostar Köprüsü Üzerine  Röportaj:(11.02.2013)

Mostar Köprüsü sizin için ne ifade ediyor?

Mostar'ın kimliğinden bahsedecek olursak, bu şehrin kimlik kartının ilk harfi Eski köprü'dür. Eski Köprü bir dönemin, bir kültürün simgesidir. Türkiye bizim coğrafyamıza birbirinden güzel gelenek, yeni bir hayat, mücadele, umut ve paha biçilemez bir kültür getirmiştir. Bu coğrafyalarda halen hiç geçmeyecek olan bir zamanın atmosferi yaşanmaktadır. Eski Köprü'den geçerken kendinizi yeni bir hayata, bambaşka bir dünyaya geçiyormuş gibi hissedersiniz.  Benim hayatım, gençliğim tam da orada, Eski Köprü'nün kenarında başladı.  Orada geçirilmiş bir zaman, bir genç kız masumiyetiyle mutlu, aynı köprünün duvarları altında ve yanında, aşk için dökülen ilk gözyaşları, huzur ve mahcup bakış, genç kızlığın ilk sevinci... Savaş döneminde köprünün yıkımı sırasında Bosna-Hersek'te değildim. İnsan  böyle bir caniliği nasıl kabullenebilir? Bir şey yıkılıyorsa ve bunu yapan bir insansa eğer, her türlü yargıyı hak eder, böyle bir durum hiçbir toplumda ve hiçbir zaman kabul göremez. Eski Köprü'nün yıkılması güzel olan her şeyin, başlarında yüce Sultanın bulunduğu iyi insanlar tarafından yapılan her şeyin yıkılması demekti. Zamanı ve daima yaşayan atmosferi yıkmayı başaramadılar. İnsanları sevenler Eski Köprü'yü de severler.

    Dünyadaki köprülerin hepsi insanları birleştirmeye yarar, ayırmaya değil. Onlar birliğin, barışın ve sevginin sembolüdür.  Eski Köprü'den geçerken kendimi hayatımın merdivenlerini çıkıyormuş gibi hissediyorum, sanki bir parçam sonsuza dek orada kalmış gibi. Sanki sonsuza dek bir zamanın içine hapsolmuş gibi, mutlu olduğum zamanın içine, kaygısız olduğum zamanın içine. Eski Köprü beni her zaman belki de durduğum bir yere, kim olduğumu, nereye gittiğimi bildiğim bir yere götürecek. Eski Köprü bana insanları ayırdetmeyi, insanları sevmeyi, insanların düşündüğü gibi düşünmeyi ve birinin bana ihtiyacı olduğunda elimi köprünün diğer tarafına uzatmayı öğretti... Eski Köprü, bugün köprünün her iki tarafında bulunan insanların inançları geri getirmeli, onların birbirleriyle yakınlık kurmalarını sağlamalı, onları barıştırmalı, her güne, her insana sevinmeyi öğretmeli, Neretva'ya baktıklarında kendilerini, çocuklarını, umutlarını görmeyi, acılarını unutmayı, insanlar aksini iddia ettiklerinde ve imkansız olduğunu söylediklerinde bile affetmeyi bilmeyi öğretmelidir. Bu tekrar barışlarıyla, barış köprüleriyle, barışmalarıyla tanınan insanlar olmamızın yoludur, gelecekte nehrin iki kıyısında barış içinde yaşayan ve amaçları aynı, insan olmak olan insanlar olarak tanınmamızın yoludur. Eski Köprü hepimiz için o barışın, yeni hayatın, umudun kanıtı olmalıdır, gerçeğe uzanan bir yol olmalıdır. Yaşadığımızın ve Neretva aktıkça ve bizi güzelliğiyle büyüledikçe tekrar gülmeyi ve yaşamayı öğrenmiş insanlar oluşumuzun kanıtı olan bir yol...  Eski Köprü ise bize uzaktan gizlice ve sessizce imreniyor ve ''Hepimiz aynıyız, ortak gücümüz ve adımız sevgi.'' diyor. 

Eski Köprü,  Hırvatlar ve Boşnaklar için ne anlam ifade  ediyor? 

 Gerçekten onurlu olan Boşnak ve Hırvatlar için her şeyi, hayatı ifade etmektedir. Aksini düşünenler insan değillerdir. 

Mostar Köprüsü ile ilgili anlatılan efsane, hikâye ya da hurafe biliyor musunuz? 

Birçok hikâye biliyorum ama duyduklarımın en enteresanı baş mimarın Eski Köprü'yü resmi bitiminden sonra asla görmemiş olmasıdır.  

Doç. Dr. Dijana Gup 
Felsefe Fakültesi/Cemal Bihediç Üniversitesi 
Mostar/Bosna-Hersek

Vişegradlı Binbaşı Vahid Podziç ile Drina Köprüsü Üzerine Röportaj


Vişegradlı Binbaşı Vahid Podziç ile Drina Köprüsü Üzerine Röportaj:(04.02.2013)

Drina Köprüsü sizin için ne ifade ediyor? 

Eski Yogoslavya'da komünist sistemde doğdum. Drina Köprüsü benim için önemliydi. Çünkü eski Yugoslavya'nın en meşhur köprüsüydü. Mostar'dan daha önemliydi. Ben Vişegrad'da doğdum ve bunun için gurur duyuyorum. Drina Köprüsü'nü her gün görüyordum. Drina Köprüsü çok turistik bir yerdi, her gün 2030 otobüs dolu insan  köprüyü görmeye geliyorlardı. Eski Yugoslavya'da özellikle öğrenciler geliyordu çünkü bir gelenek vardı. Okul bittikten sonra öğrenciler geziye götürülürlerdi ve bu yer de Drina Köprüsü olurdu. Öğrenciler için o zamanlar yurt dışına gezi yasaktı. Ancak Drina Köprüsü romanı nobel ödülü almıştı. Bu yüzden de öğrencilere gösterilmek için bu geziler düzenlenilirdi. 
Benim çocukluğum bu köprüde geçti. Her gün köprüden geçerdim, arkadaşlarımla bu köprünün üzerinden eğlenceler düzenlerdik, kızlara bakardık. Savaştan önce arabalar da geçiyordu sonra sadece yayalara izin verildi. Ben kız arkadaşımla ilk kez bu köprüde buluştum. 

Drina Köprüsü'nün Sırplar ve Boşnaklar için anlamı nedir?

Savaştan önce kardeşlik vardı.Vişegrad'da savaştan önce % 66 Boşnak, %33 Sırp, %1 ise diğer milletler yaşıyordu. Çoğu arkadaşım Sırp'tı. Sırplar da Boşnaklar da köprüye aynı bakıyorlardı. Herkes için önemliydi.  Ama bu 92 yılından önceydi. Vişegrad küçük bir şehir olmasına karşılık köprüden dolayı ünlüydü. Ancak savaşta 6000 asker Sırp ve onlarla beraber Vişegrad'daki Sırplar  Boşnak'lara saldırdı. Biz Vişegrad'dan çıkmak zorunda kaldık. Savaşta Sırplar, Boşnakları köprünün üstüne götürüp orada hayvan gibi kestiler. Boşnaklar, bu olaylara şahit oldular. Drina Nehri'ne attılar. Çünkü bu köprü sembolikti  Osmanlılar yapmıştı. Sırplar Boşnakları Türk olarak görüyorlardı ve böylece Türkleri kendi yaptıkları köprüde öldürerek zafer kazandıklarını düşünüyorlardı. Biz şimdi Drina Köprüsü'nü sevmiyoruz. Çünkü baktıkça üzerinde yapılan katliamı hatırlıyoruz. Şimdi Türk hükümeti restorasyon için Sırplara para verdi bazen buna kızıyoruz çünkü Vişegrad'da Sırplar yaşıyor savaştan sonra Boşnaklar göç ettiler. Sırplar için halen önemli. Çünkü Ivo Andriç'i Sırp olarak görüyorlar ve nobel ödülünü kazandı. Geçen sene köprünün yanında Ivo Andriç şehri anıtını yaptılar. Lisedeyken bu kitabı mecburiyetten okudum. Osmanlılar zalim olarak gösterilmektedir. Bu gerçek değil Sırpların mitolojisidir.  

Drina Köprüsü ile ilgili anlatılan efsane, hikâye ya da hurafe biliyor musunuz?

Köprü yapıldığı zaman iki çocuğun Osmanlı tarafından köprünün içine canlı olarak gömüldüğü anlatılır.

Drina Köprüsü ile ilgili unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız?

Drina Nehri'nde yüzmeyi öğrendim, yarışmalar düzenlenilirdi. Ve bu yarışmalarda birinci oldum. Bu yüzden köprünün benim için farklı bir anlamı vardır. 
Binbaşı Vahid Podziç - Bosna-Hersek Silahlı Kuvvetleri

KAYNAKÇA

Andriç, İ. (1983). Drina Köprüsü. (Çev.: Hasan Âli Ediz & Nuriye Müstakimoğlu), 11. Baskı, İstanbul: Altın     Kitaplar Yayınevi.  Arm...