10 Kasım 2018 Cumartesi

KAYNAKÇA


Andriç, İ. (1983). Drina Köprüsü. (Çev.: Hasan Âli Ediz & Nuriye Müstakimoğlu), 11. Baskı, İstanbul: Altın     Kitaplar Yayınevi. 

Armağan, M. (2007). Hepimiz Osmanlıyız!. Zaman, 28 Ocak. 

Braude, B. & Lewis, B. (1982). Christians and Jews in the Ottoman Empire, the Functioning of a Plural Society: Volume I: The Central Lands; Volume II: The Arabic-Speaking Lands. New York & London: Holmes & Meier  Publishers. 

İkbal, M. (1988). Doğudan Esintiler. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 

Karakoç, S. (2007). Romancımız İvo Andriç. Edebiyat Yazıları-II (Dişimizin Zarı). 3. Baskı, İstanbul: Diriliş Yayınları. 

Kujundic, D. (1995).  Ivo Andric and the Sarcophagus of History. Ivo Andric Revisited: The Bridge Still Stands, Berkeley: UP, 152-153. 

Kymlicka, W. (1998). Çokkültürlü Yurttaşlık. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (Orijinal adı: Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights, Oxford: Oxford University Press, 1995). 

Şen, H. (2004). Balkanlar: Metaforların Çarpıştığı Bir Savaş Alanı. Cogito, 38, 258-274.

ARSLAN SELÇUK,  ER AKAN, Sema (2005), “Bir Şehir İkonu Olma Yolunda Yaya Üst Geçitleri ve Aydınlanmaları”,  ODTÜ Yaya Üst Geçit Örneği, III. Ulusal Aydınlatma Sempozyumu ve Sergisi Bildirileri.

BEJTİÇ, Alije (1953), “Spomenci osmanlijske arthitekture u Bosni i Hercegovini”,  Prilozi za Orientalnu Filologiu, ıstorıju Jugaslovenkih naroda pod/Turskom Vladavinom, III-IV , Ştamparski Zavad- Veselin Masleiai Sarajevo.

COŞKUN, Sezai (2010), “Sezai Karakoç’un Şiirleri Üzerinde Edebiyat-Medeniyet-Coğrafya İlişkisi Bağlamında Bir İnceleme/A Study In The Context Of Literature Civilization-Geography Relationship İn Sezai Karakoç’s Poems”, TURKISH STUDİES International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 5/1 Winter 2010, p. 843-885

ÇELİÇ, Dzemal- MUJEZİNOVİÇ, Mehmed(1998), Stari Mostovi u Bosni i Hercegovini, SarajevoPublishing. EKER, Süer (2006), “Bosna'da Etno-Linguistik Yapı  ve Türk Dili  ve Kültürü Üzerine”, Milli Folklor, Yıl:18, Sayı:72.

EKİZ, Mehmet (2012), “İşgal Sonrası Bosna-Hersek'te Eski Eser ve Vakıf Eserleri:Vatan Gazetesi Örneği/Old Works Of Art And Foundation Buldings In Bosnia-Herzegovina After The Invasıon: The Newspaper Vatan Sample”, TURKISH STUDİES - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic,Volume 7/1 Winter 2012, p.1005-1011.

HODEL, Robert (2011), Andriç i Socijalno Pitanje,  Ivo Andriç 50 Godina Kasnije, Medunarodni Nauçni Skup, Akademija Nauka I Umjetnosti Bosne I Hercegovine, Sarajevo, Novembra.  KAZAZ, Enver (2011), Univerzalnast Poliçkog Romana, Ivo Andriç 50 Godina Kasnije, Medunarodni Nauçni Skup, Akademija Nauka I Umjetnosti Bosne I Hercegovine, Sarajevo, Novembra.

KOVAÇ, Zvanko (2011), Andriç Dıjaloşki Naratıvı o Modernizacıja, Ivo Andriç 50 Godina Kasnije, Medunarodni Nauçni Skup, Akademija Nauka I Umjetnosti Bosne I Hercegovine, Sarajevo, Novembra.

KREŞEVİJAKOVİÇ, Hamdija (1939),  Vodovodi ı Gradnje Na u Starom Sarajevo, İslamska Dioniçka Ştamparıja, Sarajevo. LOVRENOVİÇ, Ivan (2011), Andriç Kao Naşe Ogledalo, Ivo Andriç 50 Godina Kasnije, Medunarodni Nauçni Skup, Akademija Nauka I Umjetnosti Bosne I Hercegovine, Sarajevo, Novembra.

ORUÇ Hatice, “15. Yüzyılda Bosna Sancağı ve İdari Dağılımı”, http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5108, 10.03.2013.

ÖZDER, Adem (2012), “Bosna-Hersek Cumhuriyetinde Coğrafyanın Halk Kültürüne Etkisi”, Marmara Coğrafya Dergisi,  sayı: 25, Ocak s. 213-237 İstanbul - ISSN:1303-2429.

TEZCAN Nuran- TEZCAN Semih (2011), “Doğumunun 400.Yılında Çelebi Evliya”, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara. 

TOKSOY Nurcan,(2007).  “Türk İnkılabında Milli Kültürün Yeri ve Halkevi Çalışmaları/The Place Of The National Culture In The Turkish Revolation And The Community Center Works”, TURKISH STUDIES -International Periodical for the Languages, Literature and Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 9/9 Summer 2014
HistoryofTurkishorTurkic,Volume2/12007,www.turkishstudies.net,DOINumber:http://dx.doi.org/ 10.7827/Turkısh Studies.38,p.124-161.

URAL, Ali (2005), “Tarihi Kemer Köprülerin Sonlu Eleman Metoduyla Analizi”, Deprem Sempozyumu Kocaeli.

VELİÇKOVİÇ, Nenad (2011), Andriç u çitankama, Ivo Andriç 50 Godina Kasnije, Medunarodni Nauçni Skup, Akademija Nauka I Umjetnosti Bosne I Hercegovine, Sarajevo, Novembra.

ANDRİÇ, Ivo(1980) (çev. Hasan Ali EDİZ), Drina Köprüsü, İletişim Yayınları, İstanbul.

Meşhur Drina Köprüsü(Na Drini Cuprija)


Drina Köprüsü’nde “Birlikte Yaşama Kültürü”


    Fatih Sultan Mehmed’in, İstanbul’u fethinden tam on yıl sonra, zaten Batı’ya dönük olan yüzünü Bosna’ya çevirmesi, bu coğrafyayı bizzat kendisinin komutasında bir orduyla neredeyse savaşsız fethetmesi, başta Bosna için genel anlamda da Balkan coğrafyası için fethin uzun soluklu bir sürecinin olması sonucunu doğurmuştur. Osmanlı kültürü, şehirli karakteri ağır basan bir niteliğe sahipti. Bunun neticesinde Osmanlılar, Bosna’da birçok yeni şehir kurmuş ve fethettikleri şehirleri de imar etmişlerdi. Köprüler, bu imar çalışmasının en sembolik ve derinlikli anlamını taşımaktadırlar. Bosna’da köprü çoktur; o kadar çoktur ki biraz tarih kitabı karıştıran herkes, Bosna’daki en az bir köprü hakkında bilgi sahibidir. Malum köprülerin başında elbette Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliaht prensi Fransua Ferdinand ve eşinin Saraybosna’da Gavrilo Princip adlı bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldüğü köprü gelir. İki kişinin ölümüyle sonuçlanan bu küçük hareket, büyüyerek içine tüm dünyayı almış; yüzyılların birikimi imparatorlukları ve milyonlarca insanı yutan I. Dünya Savaşı’nı başlatmıştır.
 
    Köprüler, insanları birbirine kavuşturan yapılardır. Bir yakadan diğer yakaya uzanan köprülerin temel fonksiyonu, “birleştirmek”tir: “Sarayevo’ya giden yolun iki parçasını birleştiren köprü, kasabayı da dış mahallesine bağlar. Burada “bağlar” kelimesi; “güneş sabahları, biz insanların çevremizi görmemiz ve işlerimize gitmemiz için doğar, akşamları da uyuyarak günün yorgunluğunu dindirmemiz için batar”, dediğimiz zamanki kadar bir gerçeğin anlatımıdır. Çünkü değerli bir eser ve eşsiz güzellikte olan bu yapı, daha zengin, ticaret bakımından daha gelişmiş şehirlerde bile bulunmayan bu köprü (eskiden böyle koca İmparatorlukta ancak iki tane var derlerdi.) Drina'nın yatağı üstünde güvenilir, temelli biricik geçittir. Bosna’yı S ırbistan'a, oradan da daha uzaklara, Osmanlı İmparatorluğu'nun öteki bölgelerine, hattâ ta İstanbul’a kadar bağlayan biricik bağdır. (…) Böylece zamanla burada da köprünün iki yakasında evler, binalar çoğaldı. Kasaba köprü sayesinde yaşadı ve sağlam bir kökten güç alır gibi büyüdü.” (Andriç 1983: 22-23). Köprüler yapılana kadar ‘ayrı’ olanlar, çoğu zaman köprüler kurulduktan sonra ‘bir’ olmayı becerebilmiştir. Araya zaman zaman köprü yıkmalar, karşıdakini yok saymalar girse de Bosna; birleşmelerin, gitmek ama nihayetinde geri gelmelerin de ülkesidir. O yüzden değil midir ki Boşnak sözlüğünde “gitmek” üzerine kırktan fazla kelime bulunmaktadır. Gitmek, karışmak, barışmak. Yani hareketin, coşkunun, köprüler kurmanın ülkesi. Bosna; taştan veya demirden inşa edilen köprülerle beraber kültürler arasında da bir köprü olarak görülmüştür. Balkanlar, sık sık Doğu ile Batı, İslâm ile Hıristiyanlık, kısaca “onlar” ile “biz” arasındaki belirsiz konumundan kaynaklanan arada kalmışlığı ile gündeme geldiğinden köprü imgesi, Hasine Şen’in (Şen 2004) de vurguladığı gibi, her zaman Balkanist söylemin kullanışlı ve güçlü bir aracı olmuştur. Balkanların en belirgin özelliği olarak kabul gören karışık unsurlardan oluşma ve geçiş bölgesinde yer alma niteliği, bu metaforun gücünü arttırmıştır. Bosna, Doğu’nun Batı’yla, Batı’nın Doğu’yla yüzleştiği bir ırmak kenarıdır. Bütün sorun, bu ırmağı atlamak, “karşı”ya geçmek için küçük bir gayret göstermektedir. Tam da bu noktada Osmanlı, çoğu zaman tek taraflı bir kararlılıkla, bu ırmakları aşmanın gayreti içinde bulunmuş; köprüler yapmış, biriktirdiklerini oraya, oradan aldıkları yeni düşünceleri de İstanbul’a taşımıştır. Drina Köprüsü de, bu bağlamda anlamlı bir örnektir.

     Balkan kökenli Osmanlı Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa; memleketi olan Sokoloviç başta olmak üzere tüm Batı dünyasını, zamanının merkezi ve Doğu’nun kapısı olan İstanbul’a bağlamak maksadıyla Drina nehri kenarında yer alan Vişegrad’a 1571 yılında kendi adıyla anılan bir köprü yaptırmıştır. Zamanla üzerinden aktığı nehrin ismini alan Drina Köprüsü; kesme taş bloklardan yapılmış, eni 7 metre, boyu 180 metreyi bulan etkileyici bir mimarî şaheser olarak hizmet vermiştir. Altından geçen ırmağı tam on bir yerinden bölen gözleri ve bugün çoktan yıkılıp tarih olmuş taş hanıyla, yüzyıllarca klasik Doğu mimarisinin çizgilerini yansıtmış olan bu köprü, sözgelimi yine Drina üzerine kurulmuş olan Rzav Köprüsü’nün aksine, sadece hayvan ve insanlara geçitlik yapmayıp kültürlerarası bir bağlantıyı da sağlamıştır (Andriç 1983: 23-24). Hakkında şarkılar söylenen ve Kapiya isimli girişinde yüzyıllarca âşıkların dolaştığı bu köprü, en sonunda İvo Andriç’in Drina Köprüsü (1945) adlı romanında kahramanlaşarak yazarının da 1961 yılı Nobel Edebiyat ödülünü kazanmasına sebep olmuştur. Yapılmaya başladığı zaman hem Hıristiyan hem de Müslüman halkın önceleri pek sıcak bakmadığı bu dayanıklı köprü, yapıldığı günden beri, farklı din ve mezheplerden halk tarafından, ‘iyiliksever bir Boşnak vezirin iyilikle dolu hatırası’ diye anılmıştır. Yazıldıktan kırk-elli yıl sonra, ülkedeki çok milletli, çok dinli, çok kültürlü hayatı tahrip eden iç savaşlar yüzünden 1990’ların Yugoslavyası’nda yeniden güncellik kazanan Drina Köprüsü, 1516-1914 yılları arasındaki Bosna’yı ve orada yaşayan insanları, o ülkenin yüzlerce yıllık tarihine tanıklık eden bir köprünün, Drina Köprüsü’nün ‘dilinden’ anlatan bir romandır. Bu eseri, savaşın hemen bütün tarafları, 1990’lı yıllarda bir şekilde sahiplendiler. Kimileri de, Sırpların, Hırvatların ve Müslümanların bir arada olamazlığının belgesi gibi “okuttular” bu romanı. Eski Bosna’nın, orada yaşayan herkesin paydaş olduğu hayatına dair, bu hayatın milliyetçilikler çağında nasıl değiştiğine dair bir roman olan Drina Köprüsü’nde anlatılan; ne müthiş bir uyum hikâyesi, ne de mutlak bir zulüm hikâyesidir.

     Roman; etnik kimliklerin, dinlerin, devletlerin ve de her şeyin ötesinde, içinde “insan”ların olduğu, karmaşık, zengin bir hayat tablosudur. Eser; Osmanlılar, Boşnaklar, Sırplar, Hıristiyanlar, Müslümanlar vs. meselelerini okura yer yer unutturur ve Osmanlı’da farklı toplulukların -iyisiyle kötüsüyle- bir arada nasıl yaşadığını, geniş bir perspektiften ve bir tarihçi titizliğiyle tasvir eder. Zaten Drina Köprüsü’nü büyük roman yapan da budur. Romanda, sıradan, kronikçi bir anlatım sözkonusu değil. Kendisinin de doğup büyüdüğü topraklarda yaşayan farklı din ve etnik kimlikteki insanlardan sık sık “biz” veya “bizimkiler” (Andriç 1983: 171, 175, 212 vd.) diye bahseden, pek çok cümlesini ya birinci çoğul şahsa (“Biz”) göre kuran ya da “herkes” veya “hepsi” kelimesini (Andriç 1983: 85-86, 88, 92, 97-98, 100-101 vd.)  sıkça özne olarak kullanan İvo Andriç, doğup büyüdüğü bu toprakları, efsanelerle, masallarla zenginleştirerek anlatır. Köprünün yapılışı, isyanlar, salgınlar, su baskınları, Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından işgali, ülkeye demiryolunun getirilişi, Balkan Savaşı’nın acı dolu günleri, bir dünya savaşına yol açan suikast, yine savaş, yine kan, yine gözyaşı, köprünün dinamitle atılması... romanın tarihî dekorunu oluşturur. İstemediği bir delikanlıya verildiği için köprünün üstünden azgın Drina’nın sularına atlayan güzel Boşnak kızı Fato’nun acıklı serüveni (Andriç 1983: 127-139), kumarbaz Milan Glasinçanin’in yarı gerçek, yarı masal hâlinde anlatılan kumar tutkusu (Andriç 1983: 175-185), tekgöz Salko’nun (Andriç 1983: 231-245), otel sahibesi Yahudi Lotika’nın hayatları (Andriç 1983: 216-226, 317-327) ise, romanın zengin dramatik kurgusundan sadece birkaç örnektir. Her satırında hissedilen insanî boyut ile insanı saran Drina Köprüsü, “Osmanlı Yönetimindeki Bosna-Hersek’te KültürYaşamı” başlıklı bir doktora tezi de hazırlayan İvo Andriç’in, bir millete veya bir cemaate değil de bir ülkeye, bir vatana adanmış önemli bir romanıdır.

     Edebiyat çevreleri, 1961’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen İvo Andriç’in, ödülü bu roman sayesinde aldığında hemfikirdir.  Âdeta bir “milletler kokteyli” olan Balkan insanının yaşantısını ve kozmopolitliğini, bir köprü üzerinden anlatan Drina Köprüsü, dinî ve kültürel farklıklarına rağmen Balkan insanlarının ortak yönlerine ve “kader birliğine” de sıklıkla vurgu yapar. Eser, sevinç ve felâket günlerini bir arada yaşamalarının onları birbirine bağladığına değinen, bir romandan ziyade bir tarih kitabı gibi olayları sosyal yönleriyle de içeren bir kitap olarak da değerlendirilebilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardaki hâkimiyetinin güçlü ve zayıf taraflarını da, Osmanlı hâkimiyetinde yaşamış bir milletin mensûbunun -hem de Sırp milliyetçisi olarak bilinen bir yazarın- ağzından tarafsız denebilecek bir tarzda ortaya koyan bu romanı üç bölüme ayırabiliriz:

Birinci bölüm:
Köprünün yapılışına,
İkinci bölüm:
Köprünün yapımından müslüman idarenin yani Osmanlı hâkimiyetinin son bulmasına kadar olan sürece,
Üçüncü bölüm:
Osmanlı idaresinin son bulmasıyla Bosna’nın Avusturya-Macaristan imparatorluğu idaresine geçişine ve bu idareye karşı yapılan ayaklanmalar ile yerli halkın sıkıntılarına, bu arada yaşanan ekonomik, kültürel ve siyasî değişime ve milliyetçilik akımlarına ayrılmıştır. Balkanlarda yaşanan bu hızlı tarihî değişimleri konu edinen kitap, tarihî bilgilerin yanı sıra yöre halkının sade fakat etkileyici hayatlarını da bölümler hâlinde işlemektedir. Olay örgüsünü kısaca ele alırsak; Balkan kökenli olan Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, geldiği yer olan Bosna’ya ölümsüz bir eser bırakmak niyeti ile Drina nehri üzerine bir köprü yaptırmak ister. Yerli halkın ilk başta ne olduğunu anlayamaması, inşaatın uzamasından ve baskılardan dolayı belli bir noktadan sonra yılgınlık gösterip köprünün tamamlanmasını istememesi, iyi ve kötü yönetimin arka arkaya gelmesi, ilk bölümde dikkatimizi çeken başlıca hususlardır. Köprünün yapımı ve bu s ırada yaşananlar anlatılırken, romanın her bölümünde olduğu gibi, farklı kültürlere sahip yerli halkın yaşantısı, gelenekleri ve inançları da aralara serpiştirilmiştir. Köprünün yapılışına baştan itibaren pek hoş bakmayan yerli halk, özellikle Müslüman olmayanlar,144 köprü bittiğinde hayranlığını gizlememiş ve köprünün yapılışına çok sevinmiştir. Bazı köprüler vardır ki, sadece iki yakayı değil, iki farklı dünyayı da birbirine bağlarlar. Romanda ele alınan insanların küçük dünyaları, sadece etnik kimlikleri veya mensup oldukları dinler tarafından değil, nehir veya nehirler tarafından da bölünmüştür, bu farklı dünyaların -az da olsa- birbirine yakınlaşmasına bu “köprü” de katkıda bulunur. Köprü, bir buluşma ve birleşme noktası olur onlar için. Drina köprüsünün bitmesi ile kasaba, çevre yerleşim yerleri arasında önem kazanmaya başlar ve o zamana kadar içine kapanık olan bu yerleşim biriminin ticarî hayatı, köprü sayesinde canlanır. Böylelikle, kasaba için bir değişim ve gelişim süreci başlar. Köprünün giderek artan önemiyle yaşanan bu gelişmelerin ele alındığı ikinci bölüm, Osmanlı hâkimiyetinin Balkanlarda zayıflaması ile son bulur. Üçüncü bölüm, Osmanlının iyice zayıflamasıyla Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun fazla zorlanmadan Balkanlarda egemenlik kurmasıyla başlar. Hıristiyan ve Müslümanı ile yerli halk, uzun süre Osmanlı idaresine alışmış iken bu yeni idareyi başta çekingenlikle karşılamıştır. Fakat bir süre sonra bu yeni idareye de alışıp yeni hayat biçimini benimsemişlerdir. Avrupa'nın belirli sahalarda Osmanlının önüne geçmesi ile dünyada pek çok şey değişmiş ve kasaba da bu değişik hayat tarzına alışmıştır. Fakat bir süre sonra yeni yönetimin olumsuz tarafları ortaya çıkmaya başlamıştır. Ekonominin de kötüye gitmeye başlaması ve milliyetçi akımların ilerlemesi; Sırpları bağımsızlık için isyanlar çıkarmaya teşvik etmektedir. Küçük çaplı isyanlar, yavaş yavaş büyür ve Balkanların her yerinde kanlı mücadeleler başlar. Gittikçe kötüye giden şartlar sonunda, her şey daha iyi olacak diye umut edilirken Bosna’daki siyasî bir cinayet ile I. Dünya Savaşı patlak verir. Drina nehri üzerine yapıldığı tarihten itibaren kasaba ile birleşen köprü de, bu acımasız savaşta yıkılarak bir anlamda yaşanan manevî yıkımların da sembolü olur. İster Müslüman, ister Hıristiyan, ister Yahudi olsun, insanlar, yaşadıkları yerde bir “kader birliği” veya deyim yerindeyse “birlikte yaşama kültürü” oluşturarak acıları ve mutlulukları, farklı boyutta da olsa hep beraber yaşamakta; değişim karşısında birbirlerinden çok da farklı olmayan biçimlerde etkilenmektedirler. Molla İbrahim ile Rahip Nikola’nın şahıslarında Sırplarla ve Müslümanlar arasında dostluk ve arkadaşlıkların olduğuna da (Andriç 1983: 159-160) vurgu yapılan bu romanda, farklı dinlerden olan bu insanların tarihî süreç içinde özel yaşantıları ile toplumun genel durumu, tarihî bir köprünün hikâyesi etrafında birleştirilerek anlatılmış ve Balkan tarihine değişik bir şekilde ışık tutulmuştur.

    Kitabın son bölümünde, ayrıca, 19. ve 20. yüzyıldaki siyasî hareketlerin, kamplaşmaların, politikanın, partilerin, sermayenin, para kazanma hırsının insanları nasıl birbirlerinden uzaklaştırdığı anlatılıp etrafımızda gelişen olayları, 19. yüzyıl gözlükleri ile yorumlamamız sağlanıyor. Partiler (politika) ile sağ ve sol kavramının ilk olarak yerleşmeye başladığı o dönemlerde, insanların bu kavramları anlamlandırma sorunlarından başlayarak aslında bu iki kavramın ve benzer akımların sadece insanları birbirinden uzaklaştırmaktan başka işe yaramayan, toplumda ilerlemenin ve toplumsal barışın önüne geçen unsurlar olduğunun altı çiziliyor (Andriç 1983: 264265). Bu bağlamda, roman kahramanlarından Pavle Rankoviç’in, Bosna’daki insanlar arasındaki ilişkilerin ve huzurun bozulmasına “politika”yı sebep göstermesinin (Andriç 1983: 320) yanında Vişegrad’ın Müslüman genci  144 Örneğin romanın Sırp kahramanlarından Radisav, “Baldırı çıplaklarla Hıristiyanların köprüye ihtiyaçları yok. Onu isteyen Osmanlılardır. Biz alaylar toplamıyor, ticaret yapmıyoruz. Sal neyimize yetmez?” diyerek köprü fikrine karşı çıkar.

    Fehim Bahtiyaroviç’in, Sırp milletini yükseltecek ve dünyadaki medeniyetin merkezi olacak bir Sırp ülkesine yönelik görüşleri nedeniyle aşırı milliyetçi Sırp arkadaşı Toma Galus’a düşünüp de söyleyemediklerini burada anmak gerekir: “Ani değişiklikler isteği ve onları kuvvet zoru ile gerçekleştirmek düşüncesi, insanda çoğu zaman bir hastalık gibi belirir, daha çok kafasında güçlenir. Yalnız şu var ki, bu kafalar iyi düşünemezler. Sonunda bir sonuca varamaz. Çoğu zaman da omuzları üstünde kalmazlar. Çünkü dünyayı yürüten ve idare eden, insanların istekleri değildir. İstekler, rüzgâra benzer… Tozları bir yandan alıp öbür yana götürür, bazen bütün ufku karartır. Ama sonunda sakinleşir. Yatışır ve arkasından dünyayı yine o sonsuz biçimi ile bırakır… Yeryüzündeki sürekli eserler Allahın iradesiyle meydana gelir. (...) Arzudan, insanoğlunun isteğinden doğan bir eser, ya gerçekleşemez, ya da sürekli olamaz. (...) Gece Kapiya’da, karanlık gökyüzünün altında söylenen bütün bu coşkulu ve cüretkâr sözler de bir şey değiştirecek değildir.” (Vurgulama benim, s. 303). Tabiî ki İlahî takdir her ne kadar önemliyse de bu dünyadaki değişime, insanoğlunun iradesini kullanarak katkıda bulunduğu da bir gerçektir. Bu nedenle, Bahtiyaroviç’in düşüncelerine tam olarak katılmasak da şu bir gerçektir ki, bu romanda da görüldüğü gibi, kişilerin kendi milletlerini yüceltip diğerlerinin üzerine çıkarma isteği veya mensubu olduğu milleti diğerlerinden “üstün” görme saplantısı, her devirde bir şekilde hüsrana uğrayacaktır. Dünyanın bütününü iyileştirmeye yönelik olmayan hareketlerle içinde yaşadığımız gerçek hayattan kopuk ideolojiler, kendilerini yok etmeye ve kısa süreli olmaya mahkûmdurlar ve hiçbir sorunu çözemezler. Andriç’in de eserinde vurguladığı bu gerçek, romanda hem Sırp milliyetçisi Yanko Stikoviç ile sosyalizmi savunan Yakov Herak’ı eleştiren Nikola Glasinçanin’in ağzından hem de kasabada otel işleten Lotika’nın ağzından verilir. Nikola Glasinçanin, her yaz Drina Köprüsü’nün üstünde ülkenin geleceğine dair saatlerce tartışan ama bir sonuca ulaşamayan üniversite öğrencileri gururlu ve bencil Stikoviç ile sosyalist Herak’ı şu sözlerle eleştirir: “Sizi dinledikçe daha çok anlıyorum ki, yazılı ya da sözlü, bütün bu tartışmaların hayatla, hayatın gerçek problemleri ve ihtiyaçları ile hiçbir ilgisi yok. Çünkü hayatı, gerçek hayatı, elden geldiği kadar yakından inceliyorum… Onu başkalarında görüyor, kendimde hissediyorum. (…) Teknik ilerlemeler dünyada nisbî bir barış, bir çeşit durgunluk, özel bir atmosfer, gerçek olmayan sahte bir hava yarattı; bundan yararlanan bir sınıf halk da, aydın dediklerimiz de, dünyaya ve hayata bakışları ve düşünceleriyle eğlenceli bir tembel oyunu oynamak imkânını buldular. Bu… içinde egzotik çiçekler yetişen sahte iklimli bir çeşit kış bahçesine benzer… Ama bir yığın canlının üstünde kımıldadığı gerçek ve sağlam temelle… yâni toprakla hiçbir ilgisi olmayan bir fikir bahçesine. Bu yığının alınyazısını ve ona belirttiğiniz amaca ulaşması için atılacağı mücadeledeki davranışını tartıştığınızı sanıyorsunuz. Ama gerçekte: Kafanızda dönen tekerleklerin ne bu yığının yaşantısıyla, ne de genel olarak hayatla bir ilgisi var. İşte… Oyununuzun tehlikeli olduğu nokta da bu… Hem başkaları için, hem de sizin için tehlikeli olabilir. (…) insan sizi dinleyince, bütün sorunlar başarı ile çözüldü (…) sanır. Oysa hayatta, (…) hiçbir şey kolayca çözülmediği gibi, onu tamamiyle çözmek umudu da yoktur. Tam tersine, her şey güç ve karmaşıktır. (…) İnsanoğlu bütün ömrü boyunca üzülür durur ve hiçbir zaman, ne ona gerekli olanı, ne de istediğini elde etmeyi başarır. Sizin nazariyeleriniz gibi nazariyeler, sadece onun kumar zevkini tatmin eder. Gururunu okşar ve hem kendini, hem başkalarını aldatır.” (Andriç 1983: 307-308) (Vurgulamalar benim). Bosna’da, eskisine göre insanların kimi değerlerini kaybettiğinden, “zamanın bozulduğu”ndan ve insanların “sebepsiz ve mantıksızca birbirine düşman olu(p) birbirinden ayrıl(dıklarından)” şikâyet eden Lotika, bunun sebeplerinden bahsederken şunları söyler: “Çünkü bir sürü insan, anlamsız ve maksatsız bir sürü şey söylüyor ve yapıyordu. Bunlardan felâket ve zarardan başka ne gelebilirdi? Hayat kırıklanıyor (“parçalanıyor” R.G.), dağılıp dökülüyordu. Bugünkü kuşaklar daha çok hayatla değil de, hayat üzerine görüşleriyle meşguldü. Bu anlaşılmaz saçma bir şeydi ama böyle idi. Onun için de hayat değerini kaybediyor… Kelimelerle harcanıp gidiyordu.” (Andriç 1983: 319) (Vurgulamalar benim). Yazar, köprü etrafında gerçekleşen olaylarla yavaş yavaş bizi kitabın içine çeker ve hissettirmeden köprünün iki yakası arasında gidip geliriz. Köprünün iki yakasını bağladığı Vişegrad’ın yerlileri gibi köprünün üzerinde batan güneşin yüzümüzü ısıtmasını hisseder ve kendimizi Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi komşuların ilişkileri içerisinde buluruz.

    Yazar, maddî ve manevî köprüler kurmaya önem veren Osmanlı’nın, Balkanlardan geri çekilmesiyle onun yerine gelen ve Osmanlı’nın yaptığı köprüyü tahrip eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile onların getirdiği düzene eleştiriler getirirken özellikle huzuru arayan yaşlılar tarafından eski düzene (Osmanlı zamanına) özlem duyulduğundan bahseder (Andriç 1983: 277). Tabiî Osmanlı’nın yaptığı yanlışlıkları da belirtmeden geçmez. Yazar bunları, olayların akışı içerisine öyle bir yerleştirir ki Müslüman karakterler kendilerini, Sırp karakterler de yine kendilerini eleştirir; böylece kimsenin incinmesine izin vermez. “Osmanlı plüralitesini ve o çok yanlılığın içinden yükselen birlik türküsünü çağır(an)” (Karakoç 2007: 129) Andriç, Vişegrad kasabasında yaşayan birbirlerine karşı şeklen de olsa saygılı H ıristiyan ve Müslüman halklarının; yaşanan işgâl, doğal felâket (sel), sıkıntı ve değişmelere karşı “ortak bir kader” önündeki yaşantılarını, “ortak insanî özleri”ni de ortaya koymaya çalışarak gözler önüne serer.  Romanı yazış gayesini, Bursa’daki bir konuşmasında, “Bizim topraklarımızda da yıkan, yapan, ilerleyen ve gerileyen bir kuvvetin yüzyıllar boyunca geçmiş olduğu yolu görmek istemiş ve mümkün olduğu kadar yakından anlamaya özenmiştim. Bir kuvvetin yükselmesini, batışını ve bizden neler alıp bize neler verdiğini iyice ölçüp biçmek istedim.” şeklinde ifade eden İvo Andriç (1983: 10), Sava nehrine dökülen Drina suyu üzerindeki bir köprüyü sembol olarak kullanıp Doğu ile Batı’nın ilişkilerini, bu iki medeniyet arasındaki etkileşimi anlatan bir eser ortaya koymuştur. Drina Köprüsü, altından akıp giden sular gibi, Doğu’dan Batı’ya (bir kıyıdan diğerine) Osmanlılığı taşımakta ve Doğu ile Batı’yı kaynaştırmaktadır. Ancak, uzun süre Doğu’dan Batı’ya olan bu akış, bir süre sonra tersine döner. Artık ekonomik ve askerî yönden Doğu’ya üstünlük sağlayan Batı’nın değerleri hâkimdir. Andriç, bu dönüşümün sebeplerini anlatırken, Balkan Savaşı’ndan sonra toprak kayıpları yaşandığı sırada Müslümanların sadece ah vah edip Drina Köprüsü’ne bakarak eski ihtişamlı günleri anmakla yetinmelerine karşılık Sırp, Hırvat ve Slovak gençlerin, bir taraftan Viyana, Zagrep, Gratz ve Prag üniversitelerinde okuyup bir taraftan milliyetçilik bilinçlerini güçlendirdiklerinden de bahseder (Andriç 1983: 293-294, 299-303). Ancak yazar, Avrupa ülkelerinde okuyarak kültürel bir değişim yaşayan, geleneklerinden uzaklaşan/kopan ve Batı kaynaklı ideolojilere kendilerini kaptıran bu okumuş gençlerin veya sadece zevk, eğlence ve para kazanmaktan başka bir endişeleri olmayan halkın, kültürler arasındaki farklılıkları iyice derinleştirerek çatışmaları körüklediklerine de dikkat çeker (Andriç 1983: 277-278, 284-285). Gelenekler ve kültürel yapı yozlaşınca da “içinde daima nefretler, kıskançlıklar, kör inançlar, dinî tahammülsüzlükler, kabalık ve zalimlik gizleyen, ama yüzyıllık geleneğe (“birlikte yaşama ve farklılıklara tahammül etme geleneği”ne R.G.) dayanarak kalbinde insanlığa ve bütün düzenli ve ölçülü şeylere karşı da bir saygı ve merhamet besleyen (…) bütün kaba duyguları(nı) ve kötü alışkanlıkları(nı), katlanabilir bir sınır üzerinde koruyarak onları ortaklaşa hayat ve genel yarar uğruna yatıştırmayı ve idare etmeyi başaran” kimi yöre insanın “duygular(ı) birden siliniver(ir)” (Andriç 1983: 349) ve problem başlar. Ekonomik kazançları yerinde olduğunda, âdil ve düzenli yaşam şartlarına sahip olup kendilerini güvende hissettiklerinde yani dış hayatın gelişim ve ilerlemesinde problem olmadığı sürece yörede yaşanlar, birlikte yaşama konusunda pek sorunla karşılaşmazlar; böyle durumlarda “ilkel duygular ve çeşitli ırk, millet ve dinlerin sarsılmaz inançları gibi şeyler de arka planda ve karanlıklar içinde” kalır. Ancak “bunlar, halkın hele bu ülke halkının, onsuz yapamadığı şeyler” olduğu için “ölmüş ve gömülmemiş gibi görünen bütün bu şeyler, uzak bir gelecekte halka değişiklikler ve umulmadık felâketler hazırlıyordu.” (Andriç 1983: 211).

    Birçok Balkan romanı gibi Drina Köprüsü de, Balkanlara ait kanlı sahneler içerse de Andriç, Bosna’daki etnik çatışmaları bölgeye özgü bir nitelik olarak görmez; olayları, tarihî açıdan değerlendirmeye çalışır. Yazara göre etnik çatışmalar, bölge insanlarının özüne ilişkin bir kana susamışlığın sonucu değil, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının bölgedeki varlıklarının getirdiği dengesizliğin ve düzensizliğin sonucudur. Andriç, köprü metaforunu romanının merkezine yerleştirmiştir, ama yazar bu imgeyi, Balkan kimliğinin oluştuğu bir alan olarak görmektedir ve ona yüklediği anlam ise Heidegger’in köprü yorumuyla paralellik gösterir: “Köprü tuhaf bir mesken türüdür: akıntının üzerinde hiçbir çaba harcamadan, büyük bir kararlılıkla salınır. Köprü yalnızca ondan önce de orada bulunan kıyıları birleştirmez. Kıyılar, ancak köprü akıntıyı a ştığı zaman ortaya çıkar. Köprü, tasarımı gereği kıyıların yan yana uzanmasını sağlar.” (Kujundic 1995: 152-153).     

Drina Köprüsü Bölüm 2


Drina Köprüsü Bölüm 1


Mostarlı Doç. Dr. Dijana Gup ile Mostar Köprüsü Üzerine Röportaj


Mostarlı Doç. Dr. Dijana Gup ile Mostar Köprüsü Üzerine  Röportaj:(11.02.2013)

Mostar Köprüsü sizin için ne ifade ediyor?

Mostar'ın kimliğinden bahsedecek olursak, bu şehrin kimlik kartının ilk harfi Eski köprü'dür. Eski Köprü bir dönemin, bir kültürün simgesidir. Türkiye bizim coğrafyamıza birbirinden güzel gelenek, yeni bir hayat, mücadele, umut ve paha biçilemez bir kültür getirmiştir. Bu coğrafyalarda halen hiç geçmeyecek olan bir zamanın atmosferi yaşanmaktadır. Eski Köprü'den geçerken kendinizi yeni bir hayata, bambaşka bir dünyaya geçiyormuş gibi hissedersiniz.  Benim hayatım, gençliğim tam da orada, Eski Köprü'nün kenarında başladı.  Orada geçirilmiş bir zaman, bir genç kız masumiyetiyle mutlu, aynı köprünün duvarları altında ve yanında, aşk için dökülen ilk gözyaşları, huzur ve mahcup bakış, genç kızlığın ilk sevinci... Savaş döneminde köprünün yıkımı sırasında Bosna-Hersek'te değildim. İnsan  böyle bir caniliği nasıl kabullenebilir? Bir şey yıkılıyorsa ve bunu yapan bir insansa eğer, her türlü yargıyı hak eder, böyle bir durum hiçbir toplumda ve hiçbir zaman kabul göremez. Eski Köprü'nün yıkılması güzel olan her şeyin, başlarında yüce Sultanın bulunduğu iyi insanlar tarafından yapılan her şeyin yıkılması demekti. Zamanı ve daima yaşayan atmosferi yıkmayı başaramadılar. İnsanları sevenler Eski Köprü'yü de severler.

    Dünyadaki köprülerin hepsi insanları birleştirmeye yarar, ayırmaya değil. Onlar birliğin, barışın ve sevginin sembolüdür.  Eski Köprü'den geçerken kendimi hayatımın merdivenlerini çıkıyormuş gibi hissediyorum, sanki bir parçam sonsuza dek orada kalmış gibi. Sanki sonsuza dek bir zamanın içine hapsolmuş gibi, mutlu olduğum zamanın içine, kaygısız olduğum zamanın içine. Eski Köprü beni her zaman belki de durduğum bir yere, kim olduğumu, nereye gittiğimi bildiğim bir yere götürecek. Eski Köprü bana insanları ayırdetmeyi, insanları sevmeyi, insanların düşündüğü gibi düşünmeyi ve birinin bana ihtiyacı olduğunda elimi köprünün diğer tarafına uzatmayı öğretti... Eski Köprü, bugün köprünün her iki tarafında bulunan insanların inançları geri getirmeli, onların birbirleriyle yakınlık kurmalarını sağlamalı, onları barıştırmalı, her güne, her insana sevinmeyi öğretmeli, Neretva'ya baktıklarında kendilerini, çocuklarını, umutlarını görmeyi, acılarını unutmayı, insanlar aksini iddia ettiklerinde ve imkansız olduğunu söylediklerinde bile affetmeyi bilmeyi öğretmelidir. Bu tekrar barışlarıyla, barış köprüleriyle, barışmalarıyla tanınan insanlar olmamızın yoludur, gelecekte nehrin iki kıyısında barış içinde yaşayan ve amaçları aynı, insan olmak olan insanlar olarak tanınmamızın yoludur. Eski Köprü hepimiz için o barışın, yeni hayatın, umudun kanıtı olmalıdır, gerçeğe uzanan bir yol olmalıdır. Yaşadığımızın ve Neretva aktıkça ve bizi güzelliğiyle büyüledikçe tekrar gülmeyi ve yaşamayı öğrenmiş insanlar oluşumuzun kanıtı olan bir yol...  Eski Köprü ise bize uzaktan gizlice ve sessizce imreniyor ve ''Hepimiz aynıyız, ortak gücümüz ve adımız sevgi.'' diyor. 

Eski Köprü,  Hırvatlar ve Boşnaklar için ne anlam ifade  ediyor? 

 Gerçekten onurlu olan Boşnak ve Hırvatlar için her şeyi, hayatı ifade etmektedir. Aksini düşünenler insan değillerdir. 

Mostar Köprüsü ile ilgili anlatılan efsane, hikâye ya da hurafe biliyor musunuz? 

Birçok hikâye biliyorum ama duyduklarımın en enteresanı baş mimarın Eski Köprü'yü resmi bitiminden sonra asla görmemiş olmasıdır.  

Doç. Dr. Dijana Gup 
Felsefe Fakültesi/Cemal Bihediç Üniversitesi 
Mostar/Bosna-Hersek

Vişegradlı Binbaşı Vahid Podziç ile Drina Köprüsü Üzerine Röportaj


Vişegradlı Binbaşı Vahid Podziç ile Drina Köprüsü Üzerine Röportaj:(04.02.2013)

Drina Köprüsü sizin için ne ifade ediyor? 

Eski Yogoslavya'da komünist sistemde doğdum. Drina Köprüsü benim için önemliydi. Çünkü eski Yugoslavya'nın en meşhur köprüsüydü. Mostar'dan daha önemliydi. Ben Vişegrad'da doğdum ve bunun için gurur duyuyorum. Drina Köprüsü'nü her gün görüyordum. Drina Köprüsü çok turistik bir yerdi, her gün 2030 otobüs dolu insan  köprüyü görmeye geliyorlardı. Eski Yugoslavya'da özellikle öğrenciler geliyordu çünkü bir gelenek vardı. Okul bittikten sonra öğrenciler geziye götürülürlerdi ve bu yer de Drina Köprüsü olurdu. Öğrenciler için o zamanlar yurt dışına gezi yasaktı. Ancak Drina Köprüsü romanı nobel ödülü almıştı. Bu yüzden de öğrencilere gösterilmek için bu geziler düzenlenilirdi. 
Benim çocukluğum bu köprüde geçti. Her gün köprüden geçerdim, arkadaşlarımla bu köprünün üzerinden eğlenceler düzenlerdik, kızlara bakardık. Savaştan önce arabalar da geçiyordu sonra sadece yayalara izin verildi. Ben kız arkadaşımla ilk kez bu köprüde buluştum. 

Drina Köprüsü'nün Sırplar ve Boşnaklar için anlamı nedir?

Savaştan önce kardeşlik vardı.Vişegrad'da savaştan önce % 66 Boşnak, %33 Sırp, %1 ise diğer milletler yaşıyordu. Çoğu arkadaşım Sırp'tı. Sırplar da Boşnaklar da köprüye aynı bakıyorlardı. Herkes için önemliydi.  Ama bu 92 yılından önceydi. Vişegrad küçük bir şehir olmasına karşılık köprüden dolayı ünlüydü. Ancak savaşta 6000 asker Sırp ve onlarla beraber Vişegrad'daki Sırplar  Boşnak'lara saldırdı. Biz Vişegrad'dan çıkmak zorunda kaldık. Savaşta Sırplar, Boşnakları köprünün üstüne götürüp orada hayvan gibi kestiler. Boşnaklar, bu olaylara şahit oldular. Drina Nehri'ne attılar. Çünkü bu köprü sembolikti  Osmanlılar yapmıştı. Sırplar Boşnakları Türk olarak görüyorlardı ve böylece Türkleri kendi yaptıkları köprüde öldürerek zafer kazandıklarını düşünüyorlardı. Biz şimdi Drina Köprüsü'nü sevmiyoruz. Çünkü baktıkça üzerinde yapılan katliamı hatırlıyoruz. Şimdi Türk hükümeti restorasyon için Sırplara para verdi bazen buna kızıyoruz çünkü Vişegrad'da Sırplar yaşıyor savaştan sonra Boşnaklar göç ettiler. Sırplar için halen önemli. Çünkü Ivo Andriç'i Sırp olarak görüyorlar ve nobel ödülünü kazandı. Geçen sene köprünün yanında Ivo Andriç şehri anıtını yaptılar. Lisedeyken bu kitabı mecburiyetten okudum. Osmanlılar zalim olarak gösterilmektedir. Bu gerçek değil Sırpların mitolojisidir.  

Drina Köprüsü ile ilgili anlatılan efsane, hikâye ya da hurafe biliyor musunuz?

Köprü yapıldığı zaman iki çocuğun Osmanlı tarafından köprünün içine canlı olarak gömüldüğü anlatılır.

Drina Köprüsü ile ilgili unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız?

Drina Nehri'nde yüzmeyi öğrendim, yarışmalar düzenlenilirdi. Ve bu yarışmalarda birinci oldum. Bu yüzden köprünün benim için farklı bir anlamı vardır. 
Binbaşı Vahid Podziç - Bosna-Hersek Silahlı Kuvvetleri

Vrbanja Köprüsü


Vrbanja Köprüsü

Vrbanja Köprüsü:

24 yaşındaki Suada Dilberoviç ve 2 çocuk annesi 34 yaşındaki Olga Sučić, Miljacka Nehri'nin üzerinde bulunan Vrbanja Köprüsü'nün karşısına kurulan barikatlara doğru yürürler.  Holiday İnn Oteli’nden çetnikler tarafından açılan ateş sonucu  hayatını kaybederler. Köprü aynı zaman da Suada ve Olga Köprüsü olarak da anılır.  Görüldüğü gibi:''İnsanın bünyesinde hayat bulduğu ve karşılıklı bir etkileşimle şekillendiği/şekillendirdiği bir unsur olarak öne çıkan coğrafya, yerbilimi/mekânbilimi olarak tanımlansa da, çok yönlü etkinliğiyle insan hayatında önemli bir yere sahiptir. '' (Coşkun, 2010: 845)

Latin Köprüsü


Latin Köprüsü


Latin Köprüsü:

Bosna-Hersek'te tarihi öneme sahip bir diğer köprü de Latin Köprüsü'dür. Latin Köprüsü I. Dünya savaşının kıvılcımı bu köprü üzerinde çıkmıştır: ''Latin Köprüsü 1798 yılında inşa edilmiştir. Tüm masraflarını Hacı Abdullahage Briga ödemiştir. Ölmeden önce servetinin üçte birini bu amaçla harcanmasını vasiyet etmiştir. Köprünün inşaası için Ljubinja şehrinden Mimar Risto ve on iki ustası davet edilmiştir. Ancak o gelmediği için onun yerine Mimar Jovan yetmiş altı günde inşa etmiştir. Köprünün inşaası yerli mimarların da yetenekli olduğunu gösteriyor çünkü yüksek bir sanat değerine sahip olduğu görülmektedir. Osmanlı  döneminde mimarinin en yüksek seviyede olduğu dönemde inşa edilmediği düşünülecek olunursa köprüyü yapanların yeteneği ve sanatı daha büyük bir değer kazanmaktadır.''  (Bejtiç, 1953:274)  Köprü adını nehrin sağ tarafındaki 'Latinlik Mahallesi'nden alır. Bu mahallede Katolikler yaşarlardı. Türk kaynaklarında ise 'Frenklük Mahallesi' olarak geçer. Mehmet Emin İsviç köprüyü yaptıran Abdullah Briga için: ''Zenginleri kötü anmamak gerekir çünkü öldükten sonra yaptıkları hayırlarla anılırlar. Bu yıkık köprüyü yüz fakir onaramazdı. O ise tek bir vasiyetle köprüyü mirası yapmıştır.'' (Kreşevijakoviç, 1939:203)

    Estetik, zarif, minik sayılabilecek hatta benzerlerine Osmanlı coğrafyasında sıkça rastlanabilecek olan bu vakûr köprüyü dünyanın en ünlü köprülerinden biri yapan olay 28 Haziran 1914 günü gerçekleşir. 9.381.551 insanın ölmesi, 23.148.975 insanın ciddi şekilde yaralanması ve kaybolan 31.266.438 insandan haber alınamaması sonucunu doğuran I. Dünya Savaşı'nı başlatan kıvılcım bu köprünün üzerinde çakılır. Avusturya - Macaristan veliahtı Ferdinand ve eşi Hohenberg Düşesi Sofia 28 Haziran 1914 tarihinde, 6 sene evvel ilhâk ettikleri Bosna-Hersek'in merkezi Saraybosna'yı ziyaret ederken, ayrılıkçı bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip tarafından bir sûikast sonucu öldürülür. Kısa bir süre sonra 28 Temmuz 1914'te Avusturya-Macaristan Sırbistan'a savaş ilân eder. Suikastten hemen sonra Avusturya-Macaristan hükûmeti tarafından suikastın yapıldığı yere maktûl prensin anısına bir anıt dikilir, fakat bu anıt 1918 yılında Avusturya - Macaristan'ın Birinci Dünya Savaşı'nı kaybedip bölgeden çekilmesi üzerine Sırplar tarafından yıkılır. II.Dünya Savaşı'ndan sonraysa köprüye Sırp ulusal kahramanı olarak kabul edilen suikastçı Gavrilo Princip'in ismi verilir. Bu köprü için Boşnaklar farklı, Sırplar farklı isimler kullanırlar.

Mostar Köprüsü


Mostar Köprüsü


Mostar Köprüsü:

''Daha Roma Döneminde Mostar ve çevresinin nüfusu fazla bulunmaktaydı. Buranın etrafı arkeolojik kalıntılarla ünlüydü. II. Dünya savaşına kadar 'Kasor'daki eski köprü kullanılmaktaydı. Bu köprü Roma döneminde inşa edilmişti. Türkler Bosna'ya geldiğinde ahşap bir köprü kullanılmaktaydı. Osmanlı Döneminde bu bölge ekonomik ve siyasi yönden bir merkezdi'' (Çeliç, Mujezinoviç,1998:229)   Burada bulunan eski köprü sağlam olmadığı için Osmanlılar yeni bir tane yapma gereği duymuşlardı. Evliya Çelebi de bu eski köprüden bahseder. Neretva Nehri üzerinde kalın çelik zincirden oluşan bir köprü olduğunu söyler:''Mostar Kumova Slame'ye uzanan bir gökkuşağını andırmaktadır. Köprünün iki tarafında da birer kale bulunmakta ve şehri bir yakasını diğer yakasına bu köprü olmadan geçmek mümkün değildir.'' (Çeliç, Mujezinoviç,1998:229)   Evliya Çelebi, bugüne kadar on altı yer gördüğünü ancak bu kadar güzel bir köprü görmediğini ve bu köprünün gökyüzüne kadar yükseldiğini mübalağalı bir şekilde ifade etmiştir. Mostar Köprüsü genişliği on beş adım, uzunluğu ise yüz adımdır. Evliya Çelebi'den önce Poulet, köprüyü görmüş ve köprü hakkında şunları yazmıştır: ''Bu varoşta beş gün kaldık. Neretva Nehri'inin üstündeki köprüden başka hiçbir şey dikkatimizi çekmedi.'' (Çeliç, Mujezinoviç,1998:231)   Mostar Köprüsü de efsanelere, şarkılara konu olmuş, yapımında karşılaşılan zorluklar efsaneleşmiştir.

    Köprü sol tarafında bir mescit bulunmaktaydı ve Avusturya Dönemine kadar ezan buradan okunmaktaydı. Ayrıca köprüden atlama şenlikleri burdaki halkın hayatının en önemli eğlencesidir: ''Evliya Çelebi bu şenliklerden bahsederken geçmişte bazıları kafa üstü atlarken diğerleri oturarak alaturka sitiliyle atlamaktaydılar, ikişer üçer kişi atlayıp suyun içerisinde mutlu bir şekilde çıkmaktaydılar.'' (Çeliç, Mujezinoviç,1998:246) II. Dünya savaşı sırasında da köprünün altında bir eğitim uçağı geçmiştir.  

IVO ANDRİÇ’İN DRİNA KÖPRÜSÜ ADLI ROMANI BAĞLAMINDA HAYATLARA UZANAN KÖPRÜLER


Ahmet Haluk Yüksel, kültür kavramı için: “Kültür, insanın ortaya koyduğu ve içinde insanın da var olduğu tam gerçeklik biçimi” şeklinde tanımlanmaktadır. Daha geniş anlamıyla kültür; tabiata karşı insanların en başından beri sosyal ve bireysel hayatın her alanında gerçekleştirdiklerinin bir bütünü ve birikimidir. '' der. (Akt. Toksoy,2007:125) Köprüler, insanoğlunun ürettiği ve önemli kültürel mirasın birer parçasıdırlar. İnsanlık bu mirasa sahip çıkıp köprülere maddi boyutun da ötesinde farklı anlamlar yüklemiştir. Geçmiş uygarlıkların izlerini geleceğe taşıyan köprüler, insanlık uygarlığının ortak malı olmuş, şehrin ikonları haline gelmişlerdir. ''Kentsel mekânları oluşturan vazgeçilmez öğelerden şehir ikonları ait oldukları kentlerin sembolleridir. Kent dokusunda yarattıkları önemli etki kadar Lökçe’ye göre aslında 'onlar birer - lanmark- ve -ikon- olarak zamanda ve mekanda varolurken büyük düşüncelerin nerede ve nasıl olduklarının da işareti olurlar.'  Eğer kent, bir araya geldiklerinde bütünü oluşturan farklı parçalara sahip bir yapı ise; bu tür anıt yapılar da şehrin en önemli parçalarıdır ve kentler genellikle o ikonlar olmadan düşünülemezler. Şehir ikonları aynı zamanda bulundukları yerin ve zamanın, teknolojisi kültürü hatta yaşam tarzı ile, olanakları ya da olanaksızlıkları karşısında inşa edilmelerinin ardındaki mimari yaratıcılığın da birer simgesidirler.''(Selçuk, Akan,2005:37)

    Şehirlerdeki mekânlar ki köprüler bu konuda önemli bir fonksiyona sahiptirler. Mekânlar o şehirde yaşayan insanların yaşamsal pek çok olayları yaşadıkları simgesel yerlerdir. Şehir ikonları haline gelen kültürel eserler şehrin yaşamını, tarihini, zenginliğini ortaya koyar. Aynı zaman da şehrin prestijini de gösterir. Köprüler, sadece bir taş yapı değil şehrin imajı açısından da önemlidirler. Bu yüzden yapıların ihtişamlı olmasına, göz doldurmasına dikkat edilir. Bu yapılar şehrin ikonu olurlar. Geçen zamana,  güce meydan okurlar.  Şehirlerin kendilerine özgü özel kimlikleri bulunur. Bu özel kimlikler eserler yoluyla yansıtılır. Köprüler, bu anlamda şehrin estetik güzelliğini ve dinanizmini yükseltirler. ''Köprünün somut ulaşım işlevinin ötesinde simgesel, anlamsal ve kültürel içeriği de var. Öte yandan, 'yerin ruhu'nu belirlemede tayin edici rol oynadığı da yadsınamaz...''  (Selçuk, Er Akan,2005:39) Köprüler iki uzak mekânı birleştirme fonksiyonunun ötesine geçer. Simgesel olurlar. Dünyada pek çok şehir sahip olduğu köprülerle anılır. Hatta bazen bu köprüler şehrin isminin ötesine geçer.

    Bosna-Hersek'teki Drina Köprüsü, Mostar Köprüsü, San Francisco Golden Gate Köprüsü, Londra  Tower Bridge, Budapeşte Zincirli Köprü, Sidney Harbour Bridge, Türkiye'deki Boğaziçi Köprüsü iki mekânı birleştirmenin ötesinde kültürel manevi değerleri taşıyan geçmişi geleceğe bağlayan yapılardır. Bu yüzden bunlar mimari eser olmanın ötesindedirler. Şehirdeki kullanıcılar, zamanla bu köprülerle kendisini özdeşleştirirler.  ''Anlaşıldığı üzere insanın yeryüzündeki hayatı; çok büyük ölçüde zamana ve içinde yaşadığı fizikî çevreye göre şekillenmektedir.'' (Özder,2012:215) Zamanla bir kültür oluşur. Mümtaz Turan kültür için; ''Bir milletin hayat biçimi' olarak tanımlar. Canlı varlıklar içinde sadece insana özgü bir yetenek olan kültürü oluşturabilme aynı zamanda insanı hayvandan ayıran en temel özelliktir. Böylece insanın kavramlaştırma, soyutlaştırma, sembolleştirme ve akılsallaştırma özelliği ile kâinatı, tabiatı, kendini ve toplumu anlama, anlamlandırma, açıklama, oluşturma ve değiştirme çabası sonucu kültür ya da medeniyet ortaya çıkabilir.''  der. (Akt. Özder, 2012:16)

    Köprüler insanların kendilerini anlamlandırdıkları,  birtakım anlamlar yükledikleri cansız varlıklardır. Toplumun kültüründe  sahip olduğu coğrafik özellikler de etkili olur. Bosna-Hersek dağlık bir yapıya sahip olup pek çok nehre ev sahipliği yapmaktadır. Bu nehirlerde kurulmuş olan köprüler, bulundukları şehirlerle özdeşleşmişlerdir. Bosna-Hersek hem köprüler bakımından hem de sahip olduğu kültür bakımından zengindir. Birçok çeşitliliği kendisinde barındıran Bosna-Hersek kültürel, dini bir mozaikten oluşmaktadır. Başkent Saraybosna için Avrupa'nın Kudüs'ü tabiri kullanılmaktadır: ''Antik Butmir kültürüne beşiklik eden Bosna, Keltler, İlliryalılar, Romalılar vd. toplulukların hakimiyeti altında kalmıştır. Avar Türkleri’yle yakın ilişkileri bulunan Slav halklarının 6. yüzyılın sonlarından itibaren bölgeye göçü, Hristiyanlık ve İslam, BH’nin etnik yapısını belirleyen en önemli unsur olmuştur.'' (Eker, 2006:72) Bosna-Hersek tarihinde önemli bir olay da Osmanlı'nın Bosna'yı 1463'te fethetmesidir. ''Fatih Sultan Mehmed'in maiyyetinde seferlere katılan ve aynı sultanın biyografisini yazan Dursun Bey, Bosna'nın fethini anlatırken, 'Fi’l-cümle bu mübârek seferde dört vilâyeti feth ve istihlâs edüb sancakbeyi ve kadılar nasb edüb me’âdinleri üzere emînler konulub re’âyâya cizye-i şer’î olundu. Bu feth-i mübînle ganâyim-i azâyim-i bî-nihâyetle mürâca’at buyurdu ve dârü’s-saltana İstanbul’a geldi’ demektedir. Bu ifadeden Sultan II. Mehmed’in İstanbul’a dönüşünden önce, hemen fethi müteakip Bosna sancağının kurulduğu ve sancakbeyinin tayin edildiği anlaşılmaktadır.'' (Oruç, 251, http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5108, 10.03.2013) Daha sonra Bosna sancağında altı kadılık oluşturulmuştur: ''Yeleç Vilayeti ve Yeleç Kadılığı, Saray Vilayeti ve Saray Kadılığı, Kral Vilayeti ve Bobovats ve Neretva Kadılıkları, Pavli Vilayeti ve Vişegrad Kadılığı, Kovaç Vilayeti (Pavli Vilayetiyle birlikte Vişegrad Kadılığı), Hersek Vilayeti ve Drina ve Blagay Kadılığı '' (Oruç,254, http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5108, 10.03.2013)  ''Hersek vilayetinde iki kadılık bulunuyordu. Bunlar merkezi Foça’da olan Drina kadılığı ve merkezi Blagay olan Blagay kadılıkları idi. 1469 yılında Drina kadısı Mevlana Eminuddin, Sokol nahiyesinde 4097 akçelik gelir getiren iki karyeyi timâr olarak tasarruf etmektedir. 1472 tarihli bir Dubrovnik kaynağında Eminuddin 'hayatının sonuna kadar Hersek vilayetinin kadısı (Eminuddin, dozivotni kadija hercegovackog vilajeta)' olarak nitelendirilmektedir. Blagay kadısı İmran’ın Nevesinye nahiyesindeki bir karyeden 4080 akçelik bir timâr geliri vardı. Drina kadılığına tabi nahiyeler Sokol, Samobor, Kukany, Mileşevo, Dubştitsa, Bohoriç, Poblatye ve Kava’dır. Blagay kadılığı nahiyeleri ise Blagay, Gorajde, Zagorye, Bistritsa, Osanitsa, Tocevats, Vişeva, Kom, Neretva, Nevesinye, Blagay, Trebinye, Popovo, Vidoşka, Dabri, Konats Polye, Vatnitsa (Fatnitsa), Gatsko, Mostar, Drejnitsa, Onogoşt, Dubrava idi.'' (Oruç,261,http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5108, 10.03.2013)  Osmanlı'nın Bosna fethi siyasi olduğu kadar yeni bir kültürel dönemin de başlangıcı olmuştur. Çünkü bu tarihten sonra Bogomil mezhebine bağlı olan Bosnalı'lar topluca İslamiyet'i kabul etmişlerdir. Bu tarihten 1908 Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun egemenliğine kadar Osmanlı'nın sınır ucundaki sınır ülkesi olmuştur. Bu topraklar doğu ve batı arasında tampon görevi görmüştür. Bosna topraklarında pek çok asker devlet adamı yetişmiş buralar İstanbul yönetimine her zaman yakın olmuştur. 1977-1978 Türk-Rus savaşından sonra ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun bu toprakları almasından sonra 1918 yılında Sırp-HırvatSloven Krallığı'nın bir parçası haline gelmiştir. ''1970’li yılların dünyaya model olan Güney Slav Ülkesi aslında Osmanlı’dan sonra pandoranın kutusu hâline gelmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Tito’nun kadife kaplı demir yumruğuyla kapatılan kutu, ölümünün ardından yeniden açılacaktır.'' (Eker, 2006:73) Din Sırp, Hırvat ve Boşnaklar arasında en önemli kimlik olup aralarındaki derin fay hattını ortaya çıkarmıştır. Tito döneminde din öğesi ortadan kaldırılırken Tito'dan sonra yine baskın  ve ayırıcı bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. 

    Kimlik savaşında üç topluluk da  tam olarak aidiyet duygusunu taşımamaktadır. Hırvatlar, Hırvatistan'daki soydaşlarına bağlılıklarını sürdürürken Sırplar, Sırbistan'daki soydaşlarına bağlılıklarını sürdürmektedirler. Boşnak müslümanları ise bu anlamda kendilerini yalnız hissetmektedirler. ''Etnik kimlik, toplumun kendisini nasıl gördüğü ve başkalarının toplumu nasıl gördüğü olmak üzere iki boyutludur. ‘Dinsekülerizm, tarih, coğrafya, dil, zaman, koşullar’ vb. değişkenlerin ortaya çıkardığı bu iki boyut, her zaman birbiriyle tutarlı değildir. B-H’de, kimin; kimi, kime, neye göre adlandıracağının kesin ölçütleri yoktur. Müslüman, Ortodoks ve Katolik etnitelerin nasıl adlandırılması gerektiği çok karmaşık, karmaşık olduğu kadar yaşamsal bir sorundur.'' (Eker,2006:74) Zaman zaman Bosnalı tabiri kullanılmakla birlikte Sırplar ve Hırvatlar bu tabirin müslümanları çağrıştırdığı gerekçesiyle bu tabiri kullanmayı reddetmektedirler. Bununla birlikte Boşnakların müslüman Sırp olduğu savı da ileri sürülmektedir. Bu kimlik karmaşası sadece günümüzde değil geçmişin de bir sorunudur. ''Sokollu Mehmet Paşa (Boş. Mehmed Pasa Sokolovic) Hırvatlara göre ihtida etmiş Hırvat, Sırplara göre de aynı şekilde ihtida etmiş Sırp’tır.'' (Akt. Eker,2006:74) ''Bosna-Hersek'in Osmanlı topraklarına katılmasından sonra sadece siyasi ve askeri anlamda değil ekonomik ve kültürel anlamda da yeni bir dönem başlamıştır. Yönetim sistemi din, İslami Türk medeniyetine ait olan her şey Bosna'da da yerlileşti. Mahalleler bile doğu sitiline göre yeniden düzenlendi. Zanaat ve ticaret gelişti. Çeşitli mimari yapılar ve anıtlar inşa edildi. Bu sosyo-ekonomik değişikliklerde ülkede ilk olarak askeri stratejik yapılara önem verildi. Bu yapılararasında en öenmli yapılar köprülerdir. Bu tip yapılar genellikle sultanların, sadrazamların, Bosna valilerin adına yaptırılmıştır. Dolayısıyla devlet bütçesinden karşılanmıştır.'' (Çeliç, Mujezinoviç,1998:23) Bu kimlik karmaşasının içerisinde sahip olduğu nehirler bakımından zengin olan Bosna-Hersek'te birçok köprü zaman zaman kültürel ayırımı, zaman zaman da kültürel birleşimi sağlamıştır. Tarihte zengin kişiler tarafından yaptırılan köprüler bu zengin kişilerin tanınmasını sağlamıştır. Osmana A. Sokoloviç'e göre: ''Taş köprüleri yaptıranlar çeşitli yerlerden  İstanbul'dan, Bosna-Hersek'ten, Hırvatistan'dan ve İtalya'dan gibi  çeşitli yerlerden gelmelerine rağmen işin ilginç yanı yapıları doğu konseptine uydurmuş olmalarıdır. Bu geleneğin dışına çıkan yapılar oldukça azdır. Bu kişilerin arasında en örnek alınacak olan kişi Koca Mimar Sinan'dır. Kariyerini de buna benzer bir işle başlatmıştır. Üç büyük kadırga inşa etmiştir. İran seferleri sırasında Doğu Anadolu'ya asker geçirmek için Van Gölü üzerinde köprü kurmuştur.''  (Bejtiç,1953:274) Bosna-Hersek'te yaptırılan bu köprüler arasında en değerli olanlar Mostar Köprüsü ve Vişegrad'daki Drina Köprüsü'dür. Bu köprüler zerafetleriyle dikakat çekerler. Bunlar,  geçişi sağlayan birer araç olmaktan ziyade sosyal, kültürel anlamlar da taşırlar. Ivo Andriç'in romanına konu olan ve Drina Nehri üzerinde kurulan Drina Köprüsü, sosyal hayatın birer parçasıdır. İnsanların ortak hafızasında  'köprü üstünde' sözü yer edinmiştir. Kasabadaki hayat köprü ile başlar. Hem Müslüman hem de Hıristiyan çocukları  ilk oyunlarını,  ilk gezintilerini köprünün üstünde yaparlar.  Köprü, hem birleştirici hem de ayırıcı bir özelliğe sahiptir. Köprünün sol kıyısında Hıristiyanlar otururken sağ kıyısında Müslümanlar oturmaktadırlar. Farklı kıyılarda otursalar da köprü ortak mekânlarıdır: ''Bu kasabada oturanların yaşamı bu köprü ile Kapıya'sının üstünde çevresinde ya da onunla ilgili olarak gelişir, akıp gider.

    Özel ya da genel yaşantıda her geçen konuda masallarda her zaman 'Köprü Üstünde' sözü duyulur. Gerçekten de çocukların ilk gezintileri, ilk oyunları orada başlar. Drina'nın sol kıyısında doğan Hristiyan çocukları daha bir haftalık iken köprüyü geçerler. Çünkü vaftiz olmak için onları sağ kıyıdaki kiliseye götürürler. Hatta sağ kıyıda oturanlar, yani Müslüman çocukları bile tıpkı babalarının ve dedelerinin yaptığı gibi çocukluklarının büyük bölümünü köprünün üstünde veya çevresinde geçirirler.'' (Andriç,1980:23) Çocukluk, köprü altında geçerken gençlikle beraber artık Köprü üstüne taşınılır. Köprü üstü gençlerin aşklarının yeşerdiği ilk fısıldaşmaların yapıldığı ilk heyacanların duyulduğu mekândır: ''İlk hülyaları, bakışmalar, fısıltılar, laf atmalar, ilk iş görüşmeleri hep burada başlar, pazarlıklar ve anlaşmalar burda yapılır, ilk randevular burada verilir.'' (Andriç,1980:29) Köprü kasabalıların karakterini, kaderini de tayin eder. Vişegradlıların hayalperest olmaları, melankolik bir yapıya sahip olmalarındaki en büyük etken burdaki insanların Kapıya'da uzun saatler kalıp hayallere dalmaları gösterilir: ''Çok eskiden biri bu Kapıya'nın, kasabanın kaderi ve kasabalıların karakterleri üstünde büyük bir etki yaptığını söylemiş. Vişegradlıların hayal kurma ve düşünceye dalma eğilimlerinin, karakterlerindeki melankolik umursamazlığın nedenini, Kapıya'da geçirdikleri o uzun düşünceye dalma saatlerinde aramak gerekir.'' (Andriç,1980:31)  Mekân ve insanlar arasında bağlantı bulunur. Mekânlar insanların ruh halini etkiler:

    ''Bu neşeli insanları böyle yapan Kapıya mıdır? Yoksa istek ve ihtiyaçlarına cevap vererek  Kapıya mı kendi zeka ve düşüncelerinden doğmuştur?'' (Andriç,1980:33) Köprü aynı zaman da acıklı, neşeli birçok hikâyenin doğmasına sebep olmuş Vişegradlılarla bütünleşmiştir. Aralarında organik bir bağ oluşmuştur. Köprü ile ilgili anlatılan hikâyeler aynı zaman da kasabanın da hayat hikâyesidir.   Devşirilen sadrazamlar, ''devşirilip Türk olduğu için büyük bir günah işlediklerini düşünüyorlardı. Vicdanlarını rahatlatmak ve memleketlerine borçlarını ödemek için köprüyü yaptırdıkları söylense de bu kanıtlanmamıştır. Ancak  bu köprüler daha çok ülkenin bütünlüğü için inşa edilmiştir.'' (Çeliç, Mujezinoviç,1998:23) Hırvat ders kitaplarında da romandan bu devşirme ile ilgili bölümün alıntı yapılıp okutulması ayrıca ilginç bir durumdur. Andriç ise bunun tersine bir yorumda bulunur. Sadrazamın artık yepyeni bir insan olduğunu ancak yıllar geçtikçe uzaklardan memleketini,  köprüsüz Drina Nehri'ni düşünüp göğsünün sızlandığını ifade eder: ''Sokullu Mehmet Paşa memleketine çok yakın bir yerde  yaptırmış ancak bunun asıl sebebi bu bölgenin merkezle Orta Avrupa'yı bağlayan en önemli yer olmasıdır .''  (Çeliç, Mujezinoviç,1998:23)  Sokollu, sadece memleketi Vişegrad'da köprü yaptırmamıştır. Başka yerlerde de köprüler yaptırmıştır. ''Podgorica'da Trebişnica'da birer köprü yaptırmıştır. Bu köprüler o dönemde Dubrovnik ve Hırvatistan'da büyük rol oynamışlardır.'' (Çeliç,Mujezinoviç,1998:23) Yazar, Sokollu'nun duygusal sebeplerden değil ekonomik ve stratejik sebeplerden dolayı bu köprüyü inşa ettiğini ifade eder: ''Evliya Çelebi Vişegrad'da köprünün sağ tarafında kervansaray ve bir imaret olduğunu yazmaktadır. Çelebi, bu kervansaraya on bin deve,katırın sığdığını yazar. Çelebi bu sayıyı abartılı anlatsa da hayranlıkla bahsettiğine göre gerçekten kaliteli ve büyük bir yapı olduğu halk arasında 'taş han' olarak bilindiği bir gerçektir.'' Çeliç, Mujezinoviç,1998:177) Köprünün yapılışı açılışı ile ilgili hikâyeler yüzyıllar boyunca anlatılır. Halk, köprü ile ilgili hafızalarındaki anıları değiştirerek ve başka olaylar katarak yeni hikâyeler üretir: ''Bayramda bile şeker yemeyenler bol bol şeker yedi. Kasabanın çevresindeki köylere kadar helva yiyen herkes sadrazama ve eserlerine uzun ömür  vermesi için dua etti. Kazanın başına on dört defa gelen çocuklar vardı. Aşçılar artık onları tanımışlar, kepçelerle kovalıyorlardı. Bir çingene çocuğu helvayı fazla kaçırdığından o gece öldü. Bu gibi olaylar, halkın hafızasında yer alıyordu.'' (Andriç,1980:88)  Köprünün varlığı kasabalıya güç verir. Her şeyi başarabileceklerine dair onları motive eder. Hayati unsurlardan olan hava, su, toprak elementlerine bir de köprü eklenmiştir:  ''Sanki hayatın bilinen elemanlarına: Gökyüzü, toprak ve suya, birdenbire bir eleman daha katılmıştır.'' (Andriç,1980:89)  ''Birçokları da yarım saat yürüyerek Kalata ya da Mezarlina'ya kadar gidiyor, karanlık iki dağın arasında çeşitli büyüklükteki on bir kemeriyle yeşil suların üstüne tuhaf arabeskler çizen uzaktan hafif ve bembeyaz görünen köprüyü seyrediyordu.''  (Andriç,1980:90)  Andriç,  romanda 1571 yılını köprünün tamamlanış tarihinin  Baki tarafından yazıldığını belirtir: ''İstanbullu bir şair tarafından yazılmıştı. Bu vakfı yaptıranın adını, sanını ve rütbesini köprünün tamamlandığı mutlu yıl (Hicri 979, Miladi 1571) yazıyordu.''  (Andriç,1980:90) Baki tarafından yazılan bu manzumeler, kasabalının günlerce üzerinde yorum yapmasına sebep olur. Bu manzumeleri anlamaya çalışırlar. 

    ''Drina Köprüsü, ekonomik ve stratejik öneme sahiptir. Vişegrad, Ortaçağda merkezi bir konumdaydı. Ortaçağda Pavloviç ailesine aitti. Türkler gelmeden önce burda bir köprü var mıydı bilinmiyor. Ancak 16. Yüzyılın ilk yarısında Drina Nehri üzerinde ahşap bir köprü sayesinde geçiliyordu. Bu köprü Kuripeşiç'in resminde resmedilmiştir.'' (Çeliç, Mujezinoviç,1998:175) Vişegrad'ın tarih boyunca stratejik öneme sahip olmuştur. İlk Sırp ayaklanması, I. ve II. Dünya savaşları sırasında karşıt güçlerin biraraya geldiği yer olmuştur.   Kasaba yüzyıllar içerisinde geliştikçe köprü önemini korur. Kuşaklar gelip geçtikçe kasabalının hayatındaki yeri daha da artar: ''Kasabada bıraktığı ışıklı iz hiç değişmedi. Dağların gökyüzüne çizdiği profilin hiç değişmediği gibi.''  (Andriç,1980:94) Gençler,  Kapıya'ya gelip otururlar, burada kasabalının felsefesini  öğrenirler, sorunları önemsememeleri gerektiğini algılarlar. ''Köprünün en yüksek yeri sudan 13.80 mdir. Balkon şeklinde bir çıkıntısı bulunmaktadır. Yolda geçenlerin dinlenmesi için bir sofa bulunmaktadır.

    ''1886 yılına kadar bu çıktıların üzerinde Kapıkula vardı.'' (Çeliç, Mujezinoviç,1998:275)  Bu sofada insanların dinlendiği, görüştükleri, şarkı söyledikleri bir mekândır: ''Yine halk, sohbet etmek, iş üzerine konuşmak ve tatlı tatlı uyuklamak için sofaya gelmeye başladı. Yaz geceleri gençler kafileler halinde şarkı söylüyorlardı. Bir gönül ağrısını dindirmek isteyen ya da uzak diyarların serüveninin özlemini çeken gençler gelip oraya oturulardı.'' (Andriç,1980:121) Köprü, kasabanın baş kahramanıdır. Gelip geçen kuşakların kaprislerini, dertlerini dinleyen, ortak olan ancak hiç değişmeyen hep aynı kalan...  Köprü sadece yaşama canlılık katmaz aynı zamanda bazen hayatın bitişine de yardımcı olur. Yazar: ''Sosyal çatışmaları anlatmak için Drina Köprüsü'nde Fata Avdagina ve Çorkan karakterlerini kullanır.'' (Kazaz, 2012:45) Drina Köprüsü adlı eserde Fato, istemediği bir kişi ile evlendirildiği için köprüden atlayarak hayatına son verir. Olayın sonlandığı yer yine köprüdür: ''Sağ ayağıyla taş korkuluğa bastı ve sonra kanatlanmış gibi eyerin üstünden sıçrayarak köprünün altında uğuldayan suya atladı.''  (Andriç,1980:143) Köprü ile ilgili efsaneler anlatılıp köprünün gücü mübalağalı bir şekilde halk arasında yayılır. Avusturyalılar Vişegrad'a yaklaştığında kasabalı tarafından köprünün müslüman olmayan bir milletin geçmesine izin vermeyeceğine inanılır: ''Bu köprü bir vezirin hayratıdır. Bu köprünün gavur kuvvetlere geçit vermedği yazılıdır. Onu biz değil de ne kılıcın ne de tüfeğin etkilemeyeceği 'bir evliya koruyor. Düşman gelince o.. mezarından kalkacak, köprünün ortasında dikilecek...'' (Andriç,1980:143)  Nehrin bir tarafında Molla İbrahim, diğer tarafında ise Rahip Nikola yaşamaktadır. Drina köprüsü farklı dinden olan bu insanları birleştirir. Molla ve rahip kendi milletleri için çalışan ama aynı zamanda çok iyi dost olan din adamlarıdırlar. Halk arasında 'papazla hoca gibi sevişiyorlar' tabiri kullanılır. Her ikisi nehrin karşı tarafında oturduklarından birbirlerine 'komşu' diye hitap ederler. Avusturyalılar geldiğinde de her ikisi Kapıya'da durup düşmanı durdurmak isterler. Vişegradlıların hayatlarında dönüm noktası olan bu olayda savunma mekânı olarak köprü seçilmiştir. Düşmana karşı farklı dinlerden olan iki millet birlikte hareket etmiştir.      ''Avusturya-Macaristan Devletinin bölgedeki yetkilileri yaptıkları gezilerde çeşitli sebeplerden dolayı tahrip edilen eserlere rastladıklarında onarımları için ilgi göstermiş ve hatta zaman zaman nakdi yardımlarda bulunarak halkın teveccühünü kazanma gayreti içerisine girmişlerdir.'' (Ekiz, 2012:1007) Avusturyalılar kasabaya geldikten sonra sosyal değişim yaşanmış ve bu değişim de ilk önce köprüde hissedilmeye başlanmıştır: ''Yabancıların getirdikleri yeniliklerle, halkın değişmeyen geleneklerin çarpışması asıl köprüde başladı.'' (Andriç,1980:179) Köprü aşkın filizlendiği, yaşandığı, gençlerin aşklarından yakındıkları ya da unutmak için uğraştıkları,  aşk yüzünden kavgalar ettikleri, suya bakarak heyecanlar duydukları hayal kurdukları bir yerdir: ''Kapıya ile kasabanın kadınları arasında her zaman bir bağıntı bulunmuştur. Delikanlılar köprüden geçen genç kızlara laf atmak, ya da gönül ağrılarını dindirmek, onları unutmak... Ya da onlardan yakınmak için oraya geliyorlardı. Kadınlar yüzünden çok kavgalar da olurdu. Sevgilileri için şarkı söyleyen sigara içerek sessizce akan suyu seyreden, yalnız kendini unutmaya çalışan gençler de pek çoktu.'' (Andriç,1980:179) Geçen yıllarla birlikte kasabadaki sosyal değişim köprüye de yansır. Daha önce kadınlar Kapıya'da oturmazken Avusturyalılar döneminde kadınlar daha rahat gelip Kapıya'da oturmaya, vakit geçirmeye başlarlar: ''Nice aşklar burada alevlenmiş yine niceleri burada sönmüştür. Ama ne olursa olsun ne Müslüman ne de Hıristiyan kadınları hiçbir zaman gelip Kapıya'da oturmamışlardı.'' (Andriç,1980:182)  Andriç, Avusturya dönemininde kasabadaki sosyal hayatı daha düzenli daha gelişmiş olarak görür: ''Jelçiç, Drina Köprüsü romanında Bosna'daki Avusturya – Macaristan hâkimiyeti anlatılırken anlatıcı Andriç dünyaya bir Sırp gözüyle değil bir batılı bir Latin gözüyle baktığını ifade eder. Çünkü bu bölümde Andriç 1878'den sonra geri kalmış Bosna toplumunda günlük hayatta bazı değişikliklerin meydana geldiğini anlatır.''  (Kovaç,2012:139)  Avusturya-Macaristan döneminde gelen Macarlar, Polonyalılar da köprünün büyüsüne kapılıp saatlerini Kapıya'da geçirmeye başlarlar: ''Birkaç yıl sonra onlar da saatlerce Kapıya'da oturmaya, kalın kehribar ağızlarıyla sigaralarını içerken, kasabanın yerlileri gibi...'' (Andriç,1980:222) Sadece Bosna'daki olaylar değil Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile ilgili haberler de Kapıya'da asılır: ''Majesteleri İmparatoriçe Elizabeth'in Cenevre'de iğrenç bir suikaste kurban gittiği ve Luccheni adlı bir İtalyan anarşisti tarafından öldürüldüğü bildiriliyordu.''  (Andriç,1980:258) 

    Köprü ile ilgili birçok efsane anlatılır. Köprüyü onarmanın, değiştirmenin uğursuzluk getireceğine inanılır: ''Ben de bu köprüye dokunmakla iyi etmiyorlar diyorum size! Bakın görürsünüz! Bunun sonu iyi çıkmaz. Onu bugün onardıkları gibi yarın da yıkarlar. Rahmetli Molla İbrahim bana anlatmıştı. Bir kitapta okumuş, canlı suya dokunmak, akıntısını değiştirmek çok günahmış.'' (Andriç,1980:267) Köprüye olağanüstü özellikler verilir. Onun yıkılacağını düşünmezler. Köprü sonsuza kadar ayakta kalacaktır. Çünkü köprü Allah sevgisiyle yapılmıştır: ''Her köprünün ne biçim olursa olsun, isterse bir selin üstüne uzatılan bir ağaç kütüğü, ister Mehmet Paşa'nın güzel eseri gibi olsun, başında daima bir melek bekler ve Cenabı Hak ne kadar ömür verdiyse o kadar dayanır.'' (Andriç,1980:267)  19. yüzyıldan itibaren Drina Köprüsü'nde  modernizm yakından takip edilir. Kasabaya tren gelir. Vişegrad'a trenin gelmesiyle köprünün doğu ile batıyı birleştirme görevi sona erer. Ancak halkın sosyal yaşantısındaki önemi devam eder. Halk yine Kapıya'ya gidip dinlenir, sohbet eder: ''Halk köprünün o eski köprü olmadığına, köprüden geçen yolun artık batı ile doğuyu birleştirmediğine inanıyor ve bunu kolayca kabul ediyordu.'' (Andriç,1980:276) Ülkedeki yönetim biçimi değişiklikleri köprünün üzerindeki bildirilere yansır. Daha önce Türkçe yazılan bildiriler Osmanlının gitmesiyle birlikte artık asılmaz. Türkçe yerine Sırpça yazılır: ''Bu sefer bildirinin Türkçesi yoktu. Hoca da Sırpça okumasını bilmiyordu.''  (Andriç,1980:279) Prag'a, Graz'a, Zagrep'e okumak için giden gençler yanlarında getirdikleri kitaplarla kasabada farklı bir hava estirirler. ''İhtiyarlar 'ah' çekerek Balkanlardaki yeni sınırlardan ve Türk hâkimiyetindeki Lika'dan İstanbul'a uzanan coğrafyada geçen çocukluklarından bahsederler.'' (Kovaç,2012:83)  Robert Hodel'e göre Osmanlı dönemi romanda tatlı bir sessizlik olarak görülür, Avusturya dönemi ise karmaşadır.  Türk sınırının Edirne'ye çekilmesinden sonra artık köprü doğuyu da bağlamaz. Sadece Vişegrad'ın iki yanını bağlama görevi kendisine kalmıştır: ''Daha dün oracıkta olan ve onu yaratan  Doğu... Son zamanlar çok sıkışmış, kemirilmiş olmasına rağmen daimi ve gerçek olan doğu, şimdi bir hayalet gibi birden kayboluvermişti. Artık köprü, şehrin iki yanı ile... Drina'nın iki yanındaki  yirmi kadar bucak ve köyden başka bir yeri birleştirmiyordu.'' (Andriç,1980:294) Fra Jukiç, Türklerin yaptırdığı hiçbir şeyi beğenmemesine rağmen köprüden hayranlıkla bahseder. Otto Blau da beğenen kişiler arasındadır.

    Drina Köprüsü sadece müslümanlar için değil Sırplar için de önemli olmuştur. Drina Köprüsü'nü konu edinen Ivo Andriç, bu romanla Nobel ödülünü almıştır. ''Post Yugoslav siyasi ve kültürel coğrafyasında birbirinden farklı dört dil oluşsa da Andriç'in eserlerini bu dillere çevirme ya da uyarlama ihtiyacı duyulmamıştır. Çünkü Andriç okuyucular tarafından yabancı bir kültürün temsilcisi olarak algılanmadı. Ancak politik ve kültürel çevrenin değişmesiyle Andriç'e takınılan tavır da değişmiştir.'' (Lovrenoviç,2012:13) Sırplar Andriç'i Sırp yazar olarak nitelendirmektedirler, Hırvatlar ise yazarın Katolik bir aileden gelmesinden dolayı ona sahiplenmektedirler. Boşnaklar ise daha eleştirel bakmaktadırlar. 

(Bayram, Sibel. “İvo Andriç’in Drina Köprüsü Adlı Romanı Bağlamında Hayatlara Uzanan Köprüler”, Turkish Studies, Volume 9/9 Summer 2014, s. 271-282)

Drina Köprüsü Romanında Osmanlı Algısının Yansımaları/İzleri


    Drina Köprüsü adlı eser, yazarı İvo Andric’in sosyal bilimci kimliğine rağmen, hiç şüphesiz, öncelikle edebi bir eserdir. Andriç, söz konusu eserinde, Drina Köprüsü’nün yapılışından yıkılışına kadarki süre içinde, asıl olarak, Vişegrad Kasabası üzerinden bölgenin siyasi ve sosyal hayatının değişip dönüşmesini anlatmak istemiştir. Bunu yaparken, esere merkez motif olarak, son derece isabetli bir seçimle, Drina Köprüsü’nü yerleştirmiştir. Bu seçim yazara, bölgede, tarih boyunca bir arada ve genel itibariyle barış ve huzur içinde yaşayagelen çeşitli etnik ve dini kökenden halkların, zamanla nasıl keskin kamplara ayrıldığının nedenlerini göstermek imkânını da vermiştir.
 Şöyle ki eserde merkez sosyal mekân olan Vişegrad kasabası, bir ucu Müslüman diğer ucu Hristiyan olan iki halkın
köprü sayesinde (Kapiya’daki sosyal hayat) birleşerek bir arada yaşadıkları bir yerdir.

    Ayrıca burası, tarih boyunca, Avusturya-Macaristan işgali gibi, çeşitli siyasi nedenlerle pek çok farklı milletin de gelip yerleştiği bir yer olmuştur. Bu itibarla, Drina Irmağı üzerine inşa edilen köprü, coğrafi olarak Bosna-Hersek’i doğu-batı yönünde Asya ve Avrupa’ya bağlarken öte yandan da bütün bu farklı milletleri kaynaştıran yegane birleştirici unsur olarak tasvir edilmiştir. Romanda, köprüyü yapan iradenin –her ne kadar bölgeden devşirilen bir Osmanlı sadrazamı olan Sokollu’nun kişisel geçmişine bir borç ödemesi olarak lanse edilse de nihayetinde- Osmanlı iradesi olduğu tarihi bir hakikattir: “Devşirilen sadrazamlar, ‘devşirilip Türk olduğu için büyük bir günah işlediklerini düşünüyorlardı. Vicdanlarını rahatlatmak ve memleketlerine borçlarını ödemek için köprüyü yaptırdıkları söylense de bu kanıtlanmamıştır. Ancak bu köprüler daha çok ülkenin bütünlüğü için inşa edilmiştir. Hırvat ders kitaplarında da romandan bu devşirme ile ilgili bölümün alıntı yapılıp okutulması ayrıca ilginç bir durumdur. Andriç ise bunun tersine bir yorumda bulunur. Sadrazamın artık yepyeni bir insan olduğunu ancak yıllar geçtikçe uzaklardan memleketini, köprüsüz Drina Nehri’ni düşünüp göğsünün sızlandığını ifade eder: Sokollu Mehmet Paşa köprüyü memleketine çok yakın bir yerde yaptırmış ancak bunun asıl sebebi bu bölgenin merkezle Orta Avrupa’yı bağlayan en önemli yer olmasıdır. Sokollu, sadece memleketi Vişegrad’da köprü yaptırmamıştır. Başka yerlerde de köprüler yaptırmıştır. Podgorica’da Trebişnica’da da birer köprü yaptırmıştır. Bu köprüler o dönemde Dubrovnik ve Hırvatistan’da büyük rol oynamışlardır. Yazar, Sokollu’nun duygusal sebeplerden değil ekonomik ve stratejik sebeplerden dolayı bu köprüyü inşa ettiğini ifade eder. Evliya Çelebi Vişegrad’da köprünün sağ tarafında kervansaray ve bir imaret olduğunu yazmaktadır. Çelebi, bu kervansaraya on bin deve, katırın sığdığını yazar. Çelebi bu sayıyı abartılı anlatsa da hayranlıkla bahsettiğine göre gerçekten kaliteli ve büyük bir yapı olduğu, halk arasında ‘taş han’ olarak bilindiği bir gerçektir.’’5 Ayrıca, devlet ileri gelenlerinin kurdukları bu vakıflar yoluyla memlekete hizmet etmelerinin tarihi-stratejik gerekçeleri de bilinmektedir. Osmanlı, merkezden uzak bölgelerdeki bu tür hizmetler yoluyla merkezi otoritesini de tahkim etmiştir. 

    Şöyle ki merkez dışında biriken gelirleri yine o bölgelere harcamak suretiyle, hem oralarda Saraya karşı oluşabileceksiyasi ve ekonomik tehdit ve isyanların önüne geçmiş hem de Batıda görülen Burjuva sınıfının Osmanlı içinde de oluşmasına mani olmuştur. Geleneksel Osmanlı yönetim sisteminin bir gereği olarak vakıf, imaret anlayışıyla yapılan köprü ve hemen yanına yapılan kervansaray, romanda, -bu anlayışı teyit edercesine- Avusturya işgaliyle gelen modern Avrupai yönetim anlayışıyla (kapitalizm) yıkılana kadar, tarihi fonksiyonlarıyla bölge halklarına hizmet eden iki önemli simge olarak takdim edilmişlerdir. Bu dikkatle eser, tarihsel gelişmelerin, yörenin sosyal hayatı üzerindeki etkileri açısından okunduğunda, iyiden kötüye doğru bir gidiş çizgisi takip edilmektedir. Köprünün yapılış aşamalarının anlatıldığı ilk kısımlarda göze çarpan bazı sert uygulamalar -ki bunlar da dönemine göre her devletin kendi otoritesinin tesisi ve devamı için, icabı halinde uygulayabildiği tedbir kabilinden uygulamalar (angarya, kazığa geçirme cezası vb.) olarak görülmektedir- dışarda tutulduğunda, yaklaşık 400 yıllık Osmanlı idaresinde kalan bölgede, hissedilebilir bir tarzda sosyal barış ortamının yaşanageldiği fark edilmektedir. Bu genel sükûn halinin, dünyadaki siyasi gelişmelere (milliyetçilik cereyanları gibi) de bağlı olarak, 19. Yüzyılın sonlarına doğru Sırbistan ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu arasındaki sürtüşmeler dolayısıyla ortaya çıkan Avusturya işgaline kadar sürdüğü görülmektedir. Söz konusu işgalle birlikte ise bölgeye, ilk bakışta hayatı kolaylaştırıyor gibi görünen bazı teknolojik, ekonomik ve sosyal yeniliklerle (tren, banka, borsa, otel, eğlence merkezleri vb.) birlikte Avrupa menşe’li modern yönetim anlayışları (kapitalizm, sosyalizm, milliyetçilik vb.) girmiş ve böylelikle bölgede, etkileri bugünlere kadar gelen istikrarsızlığın ve yıkımın tohumları atılmıştır. Romanda, genel planda yazar-anlatıcının bakış açısından aktarılan söz konusu tarihi geçiş süreci, hemen her fırsatta önceki Osmanlı dönemiyle mukayeseli olarak takdim edilip değerlendirilmektedir. Çoğunluğu yazar-anlatıcı olmak üzere, yer yer kahraman-anlatıcıların (Duşceli kısa boylu hoca, Ali Hoca, Rahip Nikola vb.) anlatımlarına ve bakış açılarına da yansıyan Osmanlı algısı/imajı/izlenimine bakıldığında, ortaya çıkan durumun, Bizanslı Grandük Notoras’ın İstanbul’un fethi sırasında, tarihi bir anekdot olarak kaydettiği “Başımızda kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz.” sözünü haklı çıkarır bir ikrar/itiraf tablosu arz ettiği görülmektedir. Nitekim yazar, romanın sonunda, bu istikrarsızlaştırıcı ve yıkıcı tohumların en somut meyvesi olan savaşı ve onun yol açtığı tahribatı, yerli Müslümanlardan Ali Hoca’nın bilinciyle köprünün yıkılış sahnesi üzerinden idrak ettirmektedir:

    “Gözü köprüye ilişti. Kapiya yerinde duruyordu. Ama hemen sonra köprü ikiye ayrılıyordu. Yedinci sütun ortada yoktu. (…) Haincesine, zalimcesine ikiye bölünmüştü. (…) Bütün bu araçların, makinelerin, o çalışma ve acelenin ne olduğu, neye yaradığı şimdi anlaşılıyor. (…) Yıllarca onların köprü üstünde çalışmalarını seyretmişti. Onu güzelleştirmiş, temizlemiş, su boruları döşemiş ve elektrikle aydınlatmışlardı. Sanki faydalı bir hayrat değil de alelade bir kaya parçasıymış gibi… (…) Allah’a vakfedilmiş olan en güzel… en sağlam şeye el uzatmışlardı. (…) İşte sadrazamın köprüsü bile ince bir gerdanlık gibi dökülmeye başlamıştı.”6 Eserdeki genel akışı ve özellikle yukarıda bahsedilen geçiş (Osmanlı yönetiminden Avusturya yönetimine geçiş) sürecini takip etmek suretiyle, Osmanlı imajına/algısına dair izleri/izlenimleri, aşağıya alınan pasajlar üzerinden göstermek mümkündür. Eserde, özetle, bir Boşnak kasabası olan Vişegrad’ın 16-20. yüzyıllar arasındaki tarihsel, siyasal, sosyal ve kültürel macerası anlatılmaktadır. Dört yüz yıllık bu dönem içinde, romanda anlatılanların arka fonunu ana hatlarıyla; köprünün yapılışı, Osmanlı’nın zayıflaması, Sırp isyanları, su baskınları, Bosna’nın Avusturya tarafından işgali, Balkan Savaşı, Avusturya-Sırbistan Savaşı, I. Dünya Savaşı gibi tarihi olaylar oluşturmaktadır. Söz konusu tarihsel aralık, kasabada bulunan Drina Irmağı üzerine Sokollu Mehmet Paşa tarafından inşa ettirilen ve esere adeta merkezi bir kişilik olarak yerleştirilen köprü üzerinden/gözünden anlatılmaktadır. Tarihsel olduğu kadar sembolik değeri de (bağlama görevi) son derece belirgin olan köprü, eserde takdim edilen sosyal hayatı tanzim eden, çok çeşitli bir demografik yapıda olan kasaba halkı üzerinde-yapılışından 20. yüzyılın başlarına kadar- birleştirici bir denge unsuru olarak varlığını sürdüren sembolik bir roman kahramanı durumundadır. Köprünün bu sembolik durumu, daha romanın başlarında, son derece olumlu ifadelerle takdim edilmektedir. Köprü ve kasabanın genel olarak tanıtıldığı ilk bölümlerde köprünün Sarayevo’nın iki yakasıyla birlikte aynı zamanda kasabayı dış mahalleye de bağlamasına işaret edildikten sonra, anlatıcı tarafından bu ‘bağlama’ işlevi, şu sözlerle betimlenmektedir: “Burada ‘bağlar’ kelimesi; güneş sabahları, biz insanların çevremizi görmemiz ve işlerimize gitmemiz için doğar, akşamları da uyuyarak günün yorgunluğunu dindirmemiz için batar; dediğimiz zamandaki kadar bir gerçeğin anlatımıdır.

    “Çünkü değerli bir eser ve eşsiz güzellikte olan bu yapı, daha zengin, ticaret bakımından daha gelişmiş şehirlerde bile bulunmayan bu köprü (eskiden böylesi koca İmparatorluk’ta ancak iki tane var derlerdi) Drina’nın yatağı üstünde güvenilir, temelli biricik geçittir, Bosna’yı Sırbistan’a, oradan da daha uzaklara, Osmanlı İmparatorluğu’nun öteki bölgelerine, hatta ta İstanbul’a kadar bağlayan biricik bağdır. (…) Kasaba köprü sayesinde yaşadı ve sağlam bir kökten güç alır gibi büyüdü.”7 Alınan pasajdaki “sağlam bir kök” ifadesi, köprü üzerinden, aslında köprüyü oraya yaptıran Sokollu’ya ve dolayısıyla Osmanlı iradesine gönderme yapması bakımından dikkat çekicidir. Gerçi eserin ilerleyen sayfalarında köprünün mimarı olarak “…kim olduğu bilinmeyen masallaşmış bir üstad” nitelemesiyle Mimar Rade isimli bir mimarın adı geçse de, köprünün asıl mimarının -kendisi de tıpkı köprüyü yaptıran büyük Osmanlı veziri Sokollu gibi bir devşirme olan- Mimar Sinan olduğu bilinmektedir.8 Bölge halkı tarafından Drina Köprüsü’ne büyük bir önem ve adeta kutsiyet yüklenir. Örneğin, Avusturyalılar kasabayı işgale gelirken, halk, esatirî bir ruh coşkunluğu içinde, köprünün Müslüman olmayan bir milletin eline geçmesine izin vermeyeceğine inanmaktadır: “Bu köprü bir vezirin hayratıdır. Bu köprünün gavur kuvvetlere geçit vermediği yazılıdır. Onu biz değil de ne kılıcın ne de tüfeğin etkilemeyeceği ‘bir evliya koruyor. Düşman gelince o mezarından kalkacak, köprünün ortasında dikilecek...”9 Roman boyunca çeşitli vesilelerle anlatıcının diline ve bakış açısına da yansımış olan Avusturya işgali öncesindeki barış/huzur ortamı, aynı zamanda, yörenin Osmanlı yönetimindeki durumuna ilişkin bilimsel bir çalışma da yapan anlatıcı-yazarın dikkatini işaret etmesi bakımından önem taşımaktadır. Çünkü, yazarın biyografisine dair bu ayrıntı, romanın hâkim konumlu anlatıcısına, romanda yansıtılan Osmanlı algısının hem daha objektif hem de yöre halkının genel algısını yansıtır bir tarzda nakledebilmesi için bir bakış açısı/genişliği kazandırmıştır. Zaten aşağıda da yer yer işaret edileceği gibi anlatıcı, genel olarak “biz” zamiriyle konuşmakta ve böylelikle de romanda olup bitenlere içeriden birisi olarak baktığını gizlememektedir.

    Sokollu tarafından köprü yapımı için görevlendirilen Abid Ağa karakteri, son derece olumsuz bir tip olarak çizilmiştir. Abid Ağa’nın haksız ve canice uygulamaları, Hıristiyan, Müslüman farketmeksizin tüm yöre halkını canından bezdirmiştir. Durumu, gözlem için görevlendirdiği kişilerden öğrenen Sokollu, Abid Ağa’yı hemen işten el çektirmiş, cezalandırmış ve yerine son derece hakkaniyetli, dürüst ve iyi bir devlet görevlisi olan Arif Bey’i göndermiştir.10 Böylece yazar, objektif bakış açısının da bir yansıması olarak Osmanlı’nın yanlıştan dönmesini bilen, titiz, adil ve hakkaniyetli yönetim anlayışına işaret etmiş olmaktadır. Her ne kadar romanın başlarında Sokollu’nun devşirilme macerası üzerinden Osmanlı’nın devşirme sistemi/uygulaması, son derece hazin sahnelerle ve gaddarca bir uygulama11 olarak anlatılsa da, tarihi olarak, söz konusu devşirme sistemi, devşirilen çocukların aileleri tarafından bilhassa talep edilen, devrine göre çocukları için ikbal imkânı olarak görülen bir uygulama olarak da nitelendirilmektedir: “(…) Milliyetçi hareketlerle oluşan bu düşüncelerin kendi içinde haklılığı vardır. Fakat tarihî şartların getirdiği yapılanmaları da yine kendi şartları içinde değerlendirmek gerekir. Sokollu Mehmet Paşa, bir Türk’ten, bir Müslüman kökenliden belki daha fazla Osmanlı’ya hizmet etmiştir. Ne Hristiyan asıllı olduğu için yerilmiştir ne de Sırp olduğu için. Osmanlı’nın, birçok kavmi yüzyıllar boyunca idaresinde bulundurmasının sebepleri arasında bu da vardır. Sokollu’nun devlete hizmeti esas alınmıştır, etnik kökeni değil. ‘Sokollu Mehmet Paşa’nın hayatıyla ilgili eserler yazan Radovan Samarcic ve Giovanni Sagredo ise, Sokollu’nun devşirildiğinde 16 veya 18 yaşında olduğunu yazmaktadırlar. Bu da aslında devşirme için epey geç bir yaştır. Bayo Sokoloviç, o dönemde eğitim ve yükselme açısından bir araç olan devşirmeliği çok iyi kullanmış, sadrazamlığa kadar yükselmiştir. Radovan Samarcic’in kitabında yoksul ailelerin, çocuklarının yükselip hayatlarını kurtarması için devşirme eminlerine rüşvet verdiklerini bile yazmıştır.

    ”12 Romanda, Osmanlı dönemindeki barış atmosferini örnekleyen en tipik kısımlardan birisi, Avusturya işgalinden önce, Vişegrad kasabasının karşı iki tarafında oturan Hristiyan din adamı Rahip Nikola ile Müslümanların kanaat önderlerinden olan Molla İbrahim arasındaki dostluktur: “Onlar o çağda Müslümanlarla Sırplar arasında ne ölçüde bir dostluktan söz etmek mümkünse o derece eski dost ve çocukluk arkadaşıydılar. (…) Şaka olarak birbirlerini ‘komşu’ diye çağırırlardı. (…) Şakayı seven kasabalılar iyi anlaşan kişilerden söz ederlerken: ‘Papazla hoca gibi sevişiyorlar’ derlerdi. Bu söz atasözü gibi yerleşip kalmıştı.”13 Eserde, Osmanlı döneminde kasaba halkında yerleşen ve benimsenen huzurlu yaşama düzeniyle Avusturya işgalinin getirip dayattığı yeni Avrupai yaşama tarzının meydana getirdiği huzursuzluğu anlatan aşağıdaki satırlar, genel olarak bölge halkı üzerindeki olumlu Osmanlı algısını dışa vuran örnekler olarak dikkati çekmektedir: “Görünmeyen, ama her gün kendini biraz daha hissettiren kanun, düzen ve yönetmeliklerden ördükleri ağın içine, insanı, hayvanı ve eşyasıyla, bütün hayatı almak ve etrafta ne varsa hepsini değiştirmek istiyorlardı. Sanki şehrin dış görünüşünden başka insanların da gelenek ve göreneklerini, beşikten mezara kadar her şeyi alt üst etmek niyetindeydiler.”14 Bu sözlerin ardından yazar, ileriki sayfalarda, ‘biz’ zamiriyle konuşturduğu Müslüman karakteri Şemsi Bey’in ağzından, bu yeni düzenin ‘yabancılar’ının getirdiklerinin, halk üzerinde meydana getirdiği endişe ve korkuyu şu sorularla dile getirmektedir: “-Bu bizi nereye sürüklüyor? Sonu nereye varacak?.. Evet bu durmak dinlenmek nedir bilmeyen, ne ölçü, ne rahat, ne sınır tanıyan yabancılar ne idiler? Ne istiyorlardı? Ne maksatla gelmişlerdi? Sanki hepsi birbirine bağlıymış gibi neden bu kadar çok şeye ihtiyaçları vardı? Bütün bunları ne yapacaklardı? Sonu gelmeyen bu çeşit girişimlere onları sürükleyen endişe ne biçim şeydi?”15 Müteakip sayfalarda, yazar-anlatıcı yine “biz” kipiyle kasabada yaşanılan bu zoraki değişimin halk indinde oluşturduğu olumsuz intibaları ve endişeyi anlatmaya devam eder. Nitekim köprünün yapılışının ardından geçen üç yüz yılın ardından sarf edilen şu sözler, adeta, halkın hiçbir zaman gerçekleşemeyecek ortak temennisi/arzusu olarak dile getirilmektedir:

    “Köprü, vaktiyle en büyük sellerin, azgın ve karanlık suları altından sanki hiç dokunulmamış ve yeniden canlanmış gibi nasıl bembeyaz çıktıysa, bu yenilik tufanından da öyle muzaffer çıkacağa benziyordu.”16 Bölge insanı üzerindeki her iki yönetim anlayışını karşılaştıran şu ifadeleri de yine, yukarıda işaret edilen ‘iyiden kötüye doğru gidiş’in dile getirilişi olarak okumak mümkündür: “(…) Türklerin zamanındaki o tatlı ve sakin yaşam yoktu ama (bu zaten imkânsızdı) yeni anlayışa göre her şey düzenleniyordu. Tam o sırada yeni kargaşalıklar başladı. (…) Alınan yeni tedbirlerden kimse hoşnut değildi. Bu tedbirler, anlayışlarına, yaşayış biçimlerine, geleneklerine tamamen aykırıydı.”17 “19. yüzyıldan itibaren Drina Köprüsü’nde modernizm yakından takip edilir. Kasabaya tren gelir. Vişegrad’a trenin gelmesiyle köprünün doğu ile batıyı birleştirme görevi sona erer. Ancak halkın sosyal yaşamındaki önemi devam eder. Halk yine Kapiya’ya gidip dinlenir, sohbet eder: ‘Halk köprünün o eski köprü olmadığına, köprüden geçen yolun artık batı ile doğuyu birleştirmediğine inanır ve bunu kolayca kabul eder.’ Ülkedeki yönetim biçimi değişiklikleri köprünün üzerindeki bildirilere yansır. Daha önce Türkçe yazılan bildiriler Osmanlının gitmesiyle birlikte artık asılmaz. Türkçe yerine Sırpça yazılır. Prag’a, Graz’a, Zagrep’e okumak için giden gençler yanlarında getirdikleri kitaplarla kasabada farklı bir hava estirirler. İhtiyarlar ‘ah’ çekerek Balkanlardaki yeni sınırlardan ve Türk hâkimiyetindeki Lika’dan İstanbul’a uzanan coğrafyada geçen çocukluklarından bahsederler. Robert Hodel’e göre Osmanlı dönemi romanda ‘tatlı bir sessizlik’ olarak görülür, Avusturya dönemi ise karmaşadır. Türk sınırının Edirne’ye çekilmesinden sonra artık köprü doğuyu da bağlamaz. Sadece Vişegrad’ın iki yanını bağlama görevi kendisine kalmıştır.”18 “Daha dün oracıkta olan ve onu yaratan Doğu... Son zamanlar çok sıkışmış, kemirilmiş olmasına rağmen daimi ve gerçek olan doğu, şimdi bir hayalet gibi birden kayboluvermişti. Artık köprü, şehrin iki yanı ile... Drina’nın iki yanındaki yirmi kadar bucak ve köyden başka bir yeri birleştirmiyordu.”

    Yukarıdaki alıntıda “daimi ve gerçek olan doğu” ifadesi, romanda, Avusturya işgaliyle gelen modernizm, kapitalizm ve emperyalizmin bölge halkında meydana getirdiği yalancı zenginliğe/illüzyona işaret etmektedir. Kasabaya trenin gelişiyle beraber gelen kapitalist anlayış çok kısa sürede hayatı ve insanları müreffehleştirip zenginleştiriyor gibi görünse de aslında tam tersine, fakirleştirmekte ve onların emeklerini, hayallerini sömürmektedir. Osmanlı ve Avusturya yönetimlerinin uygulamalarının mukayeseli olarak verildiği aşağıdaki kısımlarda, yazar-anlatıcının bakış açısından, Osmanlı dönemi uygulamalarının daha hakkaniyetli olduğunu ve halk tarafından daha olumlu karşılandığını çıkarmak mümkündür: “19. Yüzyıl, milyonlarca insanın gözleri önüne çeşitli imkânlarını seriyor, elverişli fiyat ve ödeme ile herkes için bir konfor ve mutluluk serabı yaratıyordu.”20 “İlk anlaşmazlık ve çatışmalardan sonra yeni hükümet, gücünü dolaylı olarak hissettiriyor, onun için de halk onu eski Osmanlı düzeninden daha kolay sindiriyordu. Açgözlülüğünü ve zulmünü, geleneksel biçimlerle bir ağırbaşlılık ve parlaklık maskesi altında gizliyordu. Halk hükümetten korkuyor ama, ölümden ve hastalıktan korkar gibi korkuyor, zulüm, felaket ve fenalık karşısında titrer gibi değil!”21 “Bu yeni yaşantı, hiçbir kasabalının ta ezelden beri ruhunda beslediği emeli, kanında taşıdığı şeyi gerçekleştiremiyordu. Hepsi de Hıristiyanı da, Müslümanı da, bu yeni hayata, ihtiyatla her türlü çekingenliklerle giriyordu. (…) Bu yeni yaşam, eskisinden, Osmanlılar zamanındakinden daha az koşullara bağlı değildi. Yalnız bu koşullar daha kolaydı. (…) Onun için de halka, sanki etrafında her şey değişmiş, zenginleşmiş ve genişlemiş gibi geliyordu. (…) Yeni devlet, iyi bir idare sistemiyle, insanların cebinden Osmanlı idaresinin zorla çektiğini, acısız ve kimseyi sarsmadan çekip alıyordu. O kadar ki, halk ödediği vergilerin, yükümlülüğünün belki farkında bile olmuyordu. Böylece Avusturyalılar Osmanlılar zamanından fazla para çekiyor, ama bunu daha kolay, daha çabuk ve daha emin bir biçimde yapıyorlardı. (…) Para, o zamana kadar görülmemiş bir bolluk, taze bir kan gibi memlekette dolaşmaya başladı. En önemlisi de genel bir biçimde hiç çekinmeden, açıkça dolaşmasıydı.”

    Romanda Avusturya işgaliyle birlikte kasabalının hayatına giren bir yenilik de, dükkân ve kantinlerle birlikte açılan oteldir. Bunlardan özellikle Lotika adlı Yahudi kadının işlettiği otel, kasabada kapitalist anlayışla oluşan yeni sosyal hayatın merkezi durumundadır. Otel, aynı zamanda, köprünün ‘Kapiyaʼsı üzerinde yüzyıllar içinde şekillenen barışık, kaynaşık sosyal hayatı da yok etmiş, yerine, sosyal tabakaların belirginleştiği sınıfsal bir toplum yapısı getirmiştir. Otelle birlikte, eğlence ve israf üzerine bina edilen yeni bir tüketim modasının başladığı kasabada, Osmanlı zamanında köprü ile birlikte yapılan kervansarayın /Taş Han’ın imaret/hayrat anlayışıyla gördüğü işlevin yerini, tamamen kâr ve insanları sömürme üzerine kurulu ve merkezinde otelin bulunduğu yeni Avrupai bir tüketim kültürü almıştır. Osmanlı vakıf sisteminin bir parçası olarak ‘hayırʼ amaçlı yaptırılan kervansarayla; Avusturya/Avrupa’nın kapitalist zihniyetiyle ‘kârʼ amaçlı yaptırılan bu iki yapıya dair kanaatler, genel olarak ‘bizʼ anlatım kipiyle konuşan anlatıcının bakış açısına da sinmiş durumdadır. Her iki yapıya dair kanaatlerin yansıdığı aşağıdaki pasajlar, aynı zamanda, bu iki karşıt zihniyetin bölge halkı üzerindeki etkilerinin/izlenimlerinin de açık ifadeleri durumundadır: “Türklerin Macaristan’dan çekilmeleriyle, Kervansarayın gelirini sağlayan vakıf malları da imparatorluğun sınırları dışında kaldı. Kasaba halkı olsun, yüz yıldan beri bu taş hana inen yolcular olsun, ona öyle alışmışlardı ki, bu masrafın ne ile karşılandığını, kaynağının nereden geldiğini hiç düşünmemişlerdi. Kimsenin olmayan ve herkesin malı sayılan bir yerdi orası! Yolun kenarında yetişmiş verimli bir meyve ağacı gibi herkes ondan yararlanıyordu. Vezir’in ruhuna bir Fatiha okuyorlardı ama, onun yüz yıl önce öldüğünü ve şimdi İmparatorluğun olan vakıf mallarını kimin idare ettiğini ve koruduğunu hiç düşünmüyorlardı. Dünya işlerinin bu kadar uzaktan birbirine bağlı olabileceğini kim düşünebilirdi ki? .. Onun için de gelir kaynaklarının kurumuş olduğunun kimse farkına varmadı. (…) O çağda vakıfları idare etmekle görevlendirilen Davut Hoca Mütevelli (halk onu öyle çağırdığı için Mütevelli adı ona soyadı olmuştur), her yana başvuruyor, ama hiçbir karşılık alamıyordu. (…) Davut Hoca, hanı yaşatmak ve kurtarmak için elinden geleni yaptı. İlkin cebinden masraf etti. Sonra akrabalara borçlandı ve her yıl yapıyı onarıp güzelleştirdi. Böyle giderse iflas edeceğini söyleyenlere, parasını sağlam yere yatırdığı cevabını veriyordu. Çünkü o, işini Allah’a havale etmişti. Herkesin bırakıp unuttuğu o mübarek vakıfları elbette ki Allah koruyacaktı.”

     “Otelin üst katında müşterilere ayrılmış derli toplu, tertemiz altı oda vardı. Birinci katta, biri son derece büyük, öteki küçük olmak üzere iki salon vardı. Büyük salona küçük rütbeli subaylarla esnaf takımı gibi sıradan, gösterişsiz kişiler gelirdi… Küçük salon, büyük olandan, çift kanatlı camları buzlu bir kapı ile ayrılmıştı. Orası sosyal hayatın merkeziydi. Oraya memurlar, subaylar ve şehrin zenginleri gelirdi. (…) Lotika’da içilir, şarkı söylenir, kağıt oynanır, dans edilirdi. Ya da ciddi konuşmalara dalınır, işler çözümlenir, güzel yemekler yenir, temiz yataklarda yatılırdı. (…) Burada insanın daima emin olduğu yalnız iki şey vardı: Parasını ve vaktini israf etmek… Üst yanı var gibi göründüğü halde varlığı hiç de kesin değildi. Her iki kuşağın zengin ve hovarda beyleri için Lotika adeta bir serap, duyguları ve iştihaları ile oynayan, pahalı, parlak ve soğuk bir hayaldi. (…) Kısacası, pek güzel ve namuslu bir mesleği olmayan Lotika’ya sağduyusu olan, iyi yürekli, iyi huylu bir kadın denebilirdi. Gerektiğinden çok para harcayanların, gerektiğinden çok oyunda kaybedenlerin imdadına da yetişmesini, onları avutmasını da bilirdi. Onları deli ediyordu. Çünkü onlar aslında deli idiler. Onları aldatıyordu. Çünkü aldanmak istiyorlardı. Nihayet onlardan nasılsa kaybetmeye ve israf etmeye niyetli oldukları şeyi alıyordu. Çok para kazanıyor, parasının hesabını da biliyordu. Daha ilk yıllarda küçük bir servet biriktirmişti.”24 Romanda, bölge halkının birlikte yaşama alışkanlığını bozup, onları kamplara ayıran ve aynı zamanda adım adım savaşın eşiğine götüren bir sürecin başlangıcı olarak takdim edilen tren (Doğu Demir Yolları) de yine Avusturya işgalinin ardından Avrupa kaynaklı olarak gelen yeniliklerdendir. Trenin gelişi, bir yönüyle Drina köprüsünün tarihi bağlayıcılık işlevini kaybetmesini beraberinde getirirken bir yönüyle de Osmanlı’nın bölgedeki varlığının gittikçe kaybolduğunu sembolize etmektedir. Bir başka ifadeyle, bölgede köklü bir geçmişe ve geleneğe sahip köprü (Osmanlı), teknolojik yeniliklerle beraber emperyalizmin temsilcisi olan tren (Avusturya /Avrupa) karşısında yenilgiye uğramıştır. Bu rekabet ve onun tarihi sonucu olan I. Dünya Savaşı, ilk önce Bosna olmak üzere tüm dünyaya önü alınmaz ve etkileri 20.yüzyıl boyunca sürecek olan yıkımlar ve felaketler getirmiştir. Yazar, bu durumu, romana merkez kişiliklerden biri olarak yerleştirdiği ve Avusturyalıların getirdiği yenilikleri hiçbir şekilde kabul edip benimsemeyen, onlara karşı hep şüphe ve ihtiyatla bakan Ali Hoca’nın bakış açısından bir öngörü olarak şöyle işaret etmektedir:

    “Eğer gittiğin yer bir cehennemse daha ağır gitmek daha hayırlı olur. Eğer Avusturyalıların bu makineyi senin gideceğin yere daha çabuk gitmen için icat ettiğine inanıyorsan aptalın birisin. Sen yalnız bir yerden öbür yere gittiğini görüyorsun. Ama makinenin seninle birlikte, senin gibilerden başka neler getirip götürdüğünü hiç sormuyorsun!.. (…) Bir gün gelecek Avusturyalılar seni, trenleriyle istemediğin ve gitmeyi hiç düşünmediğin yerlere sürükleyecekler.”25 Romanda, eskiden (Osmanlı) yeniye (Avusturya) olmakla beraber aslında iyiden kötüye doğru gidişin sebeplerinden bir başkası olarak, kaynağını yine Batıdan alan milliyetçilik, liberalizm, sosyalizm gibi modern düşünce akımları ve ideolojiler gösterilmektedir. Romanda adı geçen Yanko Stikoviç, Yakov Herak, Ranko Mihayloviç, Nikola Glansinçanin, Vlado Mariç, Zorka, Zagorka… gibi gençler tahsil için gittikleri çeşitli Avrupa merkezlerinde bu zararlı/zehirli ideolojilerin etkisinde kalarak döndüklerinde ateşli tartışmalara girişirler. Bu etkilenme, romanda anlatıcı tarafından kamplaşmanın ve giderek bölünüp parçalanmanın ayak sesleri olarak takdim edilir. Bunlardan bilhassa ihtilalci milli gençlik örgütlerinin faal bir üyesi olan milliyetçi Sırp genci Galus’un Müslüman Bahtiyaroviç’le giriştiği tartışma sahnesinde sarf ettiği sözler göze çarpmaktadır. Bu kısımlar, Galus’un görüş açısından, öteden beri Osmanlı’nın bölgede nasıl anlaşıldığına/karşılandığına dair kanaatlerin sadece belli bir yönüne işaret etmesi bakımından dikkati çekmektedir. Eskinin yani Osmanlı’nın savunucusu durumunda olan Bahtiyaroviç’le Galus arasında geçen uzun tartışma diyaloğundan aşağıya alınan bu sözler, 1. Dünya Savaşı’nın başlamasına sebep olan tarihi kıvılcımı (Ferdinand suikastını) ve bu kıvılcımı çıkaran kişiyi (bir Sırp milliyetçisi) hatırlatması ve de yazarın biyografisiyle kesişmesi bakımından da ayrıca sembolik öneme sahiptir. Nitekim birinci büyük savaşı başlatan bu tarihi hadise, romanın ileriki sayfalarında da26 zaten yer alacaktır:

    “Galus ateşli ateşli konuşuyordu: -Bu çeşit sorunlarda sizler, bey oğulları, çoğu zaman yanılıyorsunuz. Yeni zamanlar düzeninizi bozduğu için dünyada artık kendinizi rahat hissetmiyorsunuz! Sizler için doğu gelenekleri ve düşüncesi, yüzyıllarca egemenliğinizin temelini meydana getirmiş olan sosyal ve hukuk düzenine sıkıca bağlıdır. (…) Tam tersine, bu toprakların biricik efendilerisiniz… Ya da daha doğrusu idiniz! Yüzyıllar boyunca egemenliğinizi genişlettiniz, güçlendirdiniz. Onu kah kılıçla, kah kitapla, dini, hukuki ve askeri bakımdan savundunuz! Bu da sizi savaşçı, idareci, devlet adamı yaptı. Bu sınıfa giren insanlar, dünyanın hiçbir yerinde soyut bilimle uğraşmazlar. Ekonomi, politika, hukuk öğrenimi sizin içindir. Çünkü sizler olumlu bilgiler için yaratılmış insanlarsınız. Egemen sınıftan olanlar her zaman ve her yerde böyledirler. (…) Şimdi köprüden ve onu yaptırandan söz açmışlardı. Galus’un sesi çok daha yüksek ve anlamlıydı. Bahtiyaroviç’in böyle anıtlar yaptıran Sokollu Mehmet Paşa ile Osmanlı idaresi üzerine söylediği övücü sözleri doğrulamakla birlikte Sırp milletinin, geleceği, geçmişi, kültürü ve uygarlığı üzerine milliyetçi görüşlerini ateşli ateşli anlatıyordu. (…) Galus da: -Hakkın var, diyordu. Herhalde bir dahi olması gerek. Bizim kanımızdan olup yabancı bir imparatorun hizmetinde yükselenlerin ne birincisi ne de sonuncusudur. Biz İstanbul, Roma ya da Viyana’ya, devlet adamı, asker ve sanatçı olarak bu ayarda yüzlerce insan verdik!.. (…) Şimdiden sonra değerlerimiz ülkemizde kalacak.. Burada gelişecek ve genel kültüre yardımını yabancı merkezlerden değil, buradan ve bizim ismimizle yapacak. (…) -Demek Sokollu Mehmet Paşa, yukarda Sokoloviç’te bir köylü olarak kalsaydı yine bu mertebeye yükselecek… ve şu dakika üstünde konuştuğumuz köprüyü yaptıracaktı, öyle mi?.. -O çağda elbette hayır!..”27 4. Sonuç Genel itibariyle tarihi bir roman hüviyetinde olan Drina Köprüsü, son derece geniş ve zengin dokusuyla, adeta, altından akıp giden sular gibi geçip giden zamana/tarihe tanıklık etmek isteyen canlı/bilinçli bir köprü üzerine kurgulanmıştır. Bu bilinçli seçimle yazar, “köprü”nün bütün metaforik özelliklerinden yararlanarak hem onun altından akıp giden zamana şahitlik etmiş; hem de onunla, bir taraftan farklı millet ve kültürleri bir taraftan da geçmişle yaşanan anı birbirine bağlamıştır.

    Romanın hissedilir derecedeki masalsı havasına rağmen oldukça mesafeli ve de objektif bir anlatım tutumu takınan yazar, gerek anlatıcı olarak kendisi gerekse de sözü emanet ettiği diğer karakterlerinin bakış açısından, bölge insanının yaşayışını belirleyen önemli tarihi ve siyasi olayların deterministik bir akış halinde akarken, bölgeye ve dünyaya neler getirip neler götürdüğünü, halkın onları nasıl anlayıp karşıladıklarını aktarmak istemiştir. Bu anlatımlardan hareketle, özellikle, bölgenin Avusturya-Macaristan işgalinden sonraki döneminde yaşanan son derece hareketli ve de ayrıştırıcı, yıkıcı uygulamalar, gelişmeler göz önüne alındığında, ondan önceki dönem olan yaklaşık dört asırlık Osmanlı hakimiyeti dönemi genel bir huzur dönemi ve “tatlı bir sessizlik” olarak ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak, Drina Köprüsü adlı romanda söz konusu edilen bölge üzerinde, neredeyse köprünün tarihiyle yaşıt bir tarihe sahip olan Osmanlı İmparatorluğu’nun, değişik tarihi gerekçelerle zaman zaman olumsuz olabilse de, kendisinden sonraki döneme kıyasla, genel olarak olumlu ve barışçıl intibalar bıraktığı anlaşılmaktadır.
(Bayram, Sibel. “İvo Andriç’in Drina Köprüsü Adlı Romanı Bağlamında Hayatlara Uzanan Köprüler”, Turkish Studies, Volume 9/9 Summer 2014, s. 271-282.)

(Kaya, Muharrem. “Drina Köprüsü ve El Greko’ya Mektuplar Romanlarında “Öteki” Türkler, Müslümanlar”, Hürriyet Gösteri, Sayı: 313, (Temmuz, Ağustos,Eylül), 2014, s. 90-110.)

KAYNAKÇA

Andriç, İ. (1983). Drina Köprüsü. (Çev.: Hasan Âli Ediz & Nuriye Müstakimoğlu), 11. Baskı, İstanbul: Altın     Kitaplar Yayınevi.  Arm...